Bazı hikâyeler vardır ne kadar yazarsan yaz hep kendini yeniden yazdıracak bir fırsat bulur.

Steinbeck’in “1 Numaralı Evde Olanlar” isimli hikâyesini ben çok yazdım.

Böyle giderse daha da çok yazmak zorunda kalacağım herhalde.

Hikâyede, evde bulunan bir sakızdan ev ahalisinin kurtulmaya çalışması anlatılır.

Sakızı evden atmaya çalıştıkça, sakız daha büyüyerek evin içine döner.

Politikacıların “saklamaya” çalıştıkları konular, “1 numaralı evin” sakızıdır, onlar o konuyu pencereden fırlatıp atmaya kalktıkça o daha da genişlemiş olarak geri gelir.

Uludere, bu iktidarın “belalı sakızına” dönüşüyor.

Onlar saklamak için çabaladıkça konu dallanıp budaklanarak büyüyor, Türkiye’nin gündeminden dünyanın gündemine doğru genişliyor.


Wall Street Journal
“Uludere’de Amerikan Predator’u vardı, görüntüleri o verdi” diye yazdıktan sonra Genelkurmay bu açıklamayı yalanladı.

Amerikan Genelkurmay’ı da Türk Genelkurmay’ının “yalanlamasını yalanlayarak”, Uludere’de Amerikan uçağının bulunduğunu doğruladı.

Uludere konusunda hükümeti ve Genelkurmay’ı sıkıştırıyor Amerikan basınıyla Amerikan yetkilileri.

Bu katliamın gerçeklerini ve sorumlularını saklamaya uğraştıkça iktidarla askeriye bir “suç ortaklığının” içinde birleşiyorlar.

Melih Altınok, güvendiği askerlerin “Uludere katliamının askerî bir acelecilik ve operasyonel bir hata sonucu yaşandığını” söylediklerini yazdı.

O zaman bu hatanın nasıl gerçekleştiğini, kimin hatası olduğunu, neden bölgedeki birliklerle temasa geçilmediğini, neden dört saatlik Heron görüntülerinde Kürt kaçakçıların sınırdan çıkışı görüldüğü halde o insanların dönüşte vurulduğunu, neden birinci bombardımandan sonra öldürülenlerin yakınlarının “bunlar bizim çocuklar” diye karakolu uyarmasına rağmen ikinci bombardıman yapıldığını açıklamak zorundalar.

Bu iş, “bir hatadır oldu, fazla kurcalamayın” diye unutturulacak bir olay değil.

34 insan bombalarla parçalanarak öldürüldü.

Hükümet “sessizliğiyle” sorumluları korurken bir daha bu “hatanın” olmayacağını nasıl garanti edebilecek?

34 kişiyi öldüren bir ordunun başka bir “hatada” yeniden insanları öldürmeyeceğinin güvencesi ne?

Bu işlerde bu kadar kolay mı hata yapılıyor?

Hataları önleyecek bir mekanizma yok mu?

Kaldı ki bu katliamda “hatadan” daha fazlası gözüküyor, bölgedeki karakolla konuşmamak, bombardımandan önce kaçakçıların dört saatlik görüntülerinin izlenmesine rağmen saldırı emri vermek öyle kolayından açıklanabilecek meseleler değil.

Zaten kimse de resmen bir açıklama yapmıyor.

Hükümet, bu katliam nedeniyle AKP tabanının da çok rahatsız olduğunun herhalde benden daha fazla farkındadır.

Bu ülkede “dindarlar” sadece Başbakan’ın medyasında köşe tutmuş, vicdanından ve aklından vazgeçmiş insanlardan oluşmuyor, bu ülkenin vicdanlı dindarları var ve onlar bu sessizliğe isyan ediyorlar.

Amerika’dan Uludere ile ilgili eleştirel sesler çıkarken, Başbakan Erdoğan hakkında da Batı basınında çıkan eleştirel yazıların sayısı artıyor.

Her eleştirinin haklı olduğunu söyleyemeyiz ama bu eleştirilerin hızla çoğalması da insanın dikkatini çekiyor.

Batı basını Erdoğan’ı çok öven, destekleyen bir basındı.

Neden şimdi hava böyle tersine dönüyor?

Sanırım bizim buradan gördüğümüzü, onlar da oradan görüyor.

Türkiye fazla keyfî yönetiliyor ve bir belaya doğru kayıyor.

Uludere katliamındaki o aldırmaz sessizlik, şike olayında birkaç ay arayla çıkartılan birbirinin zıddı iki yasa, futbol seyircisini öfkeli bir çıldırmaya sürükleyen pervasız uygulamalar, ahlaktan ve adaletten kopmakta bir sakınca görmeyen “padişahvari” kararlar, Kürt meselesini sadece “silah” meselesi sanan bir körlüğe yuvarlanış, çatışmaların yoğunlaşması, Kürt halkının açıkça haksızlığa uğraması,“içki yasaklarıyla” toplumun bir kesiminin hayat tarzına saldırı, bütün toplumu “tektipleştirmek”isteyen Kemalizm’in muhafazakâr versiyonunun gündeme sokuluşu, Alevilerin kuşkularının beslenmesi, Uludere’de gerçeği ortaya çıkarmak için gösterilmeyen çabanın tiyatro kavgalarında gösterilmesi, ülkeyi toplumsal bir çatlamaya ve çalkantıya götürüyor.

Hâlbuki dünya Türkiye’nin Ortadoğu’da bir istikrar mevzii olmasını, “dindarlıkla demokratlığı”birleştirmesini, hukuka saygılı olmasını bekliyor, bunlar varken Erdoğan’a övgüler patlıyordu, bu noktadan uzaklaştıkça da eleştiriler artıyor.

Çalkantılı bir Türkiye bütün dünyayı sarsar.

İktidar yeniden hukuka, demokrasiye, barışa, ahlaka, vicdana doğru dümen kırmazsa her an belalı kırılmalar yaşanabilir bu ülkede.

Siyasi bir iktidar adaletten ve vicdandan uzaklaştı mı mutlaka bunun toplumsal bir bedeli olur.

O bedeli ödemeye fazla yaklaşıyoruz.

Bunu önleyebilmek için de vicdanlı dindarların yardımı gerekiyor.