Evet. Pozantı tek olmadığı gibi yeni de değil. Oradaki çocukları gözden çıkarmamış, onları ‘etkisiz hale getirilmiş teröristler’ olarak algılamayan özgür ana akım medya kuruluşu pek kısıtlı bulunduğundan, yeni yeni duyduklarımız karşısında şaşkınlığa kapılıyoruz.
Sözgelimi 2009 yılının ağustos ayında, Pozantı’da gördükleri kötü muamele, aç bırakılma ve dayak karşısında açlık grevine başlayan çocuğu kim hatırlıyor? Pekiyi orada ölü bulunan öteki çocuğu?
Dün Rojin ile Funda’nın ‘Bildiğin Gibi Değil’ kitabından alıntıladığım söyleşi parçası da sosyal medyada görebildiğim kadarıyla bomba etkisi yarattı.
Oysa on yıllardır o insanlar, yakınları, o insanların yaralarıyla yaralananlar, bu hikâyeleri ve inanır mısınız daha beterlerini anlatıp dururlar. İnsan hakları ihlalleriyle ilgilenen kuruluşlar bu konularda çalışır, raporlar üretir, ilgili siyasilere ve basına yollar. Bir avuç yazar ‘vicdan simsarı’, ‘terörist yandaşı’ olarak yaftalanmaya aldırış etmeden bu zulüm hikâyelerini ikide bir okurlarına aktarır.
Ama maalesef bu gerçeklikle aramızda öylesine kunt bir ideolojik duvar örülü ki arada bir önünde durup gözyaşı döktüğümüz bu duvarın alaşağı edilebilmesi çok güç.
Bu duvarın harcı; ‘iyi, kendi halinde vatandaş’, ‘şiddetin her türlüsüne karşı demokrat’ ve benzeri başlıklar altında hepimize sunulagelen varoluş imkânları sınırlamasıdır.
Bu memlekette hemen her şehirli vatandaş, yeri geldiğinde suratına daha çocukluğunda şamarı yememek için geliştirmiş olduğu en masum ifadeyi yerleştirerek hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi bakar. Devletin her katıyla yüzleşmesi de bu ifadenin sularında cereyan eder. Devlet vatandaşın etliye sütlüye karışmayanını, uzmanlık isteyen konulardan (ki bu alan iyice geniş tutulur) uzak duranını, mazlum ve masum olanını sever. Gerçekleri dile getirmekten geçtim, biliyor olduğunu belli etmek bile vatandaşı şaibeli kılar. Bir zamanların kadın dergilerinde ‘erkeğini ürkütmemek, onun sevgisini kazanmak’ için bildiğini belli etmemek, uzmanı olduğu konuda bile sevimli bir şaşkınlıkla karşısındakini dinleyip ona hayranlık sunmak gerektiği tavsiye edilirdi. Bu önerinin arkasındaki ideolojiyi biliyoruz. Nasıl geçerli olduğunu da...
Devlet karşısında bizden beklenen de aynı bu duruştur. Masum ve tarafsız. Bilmesi gerektiği kadarını bilen, devletin dışında bütün kaynakların güvenilirliğini sorgulayan, çağdaş bir gelecek inancıyla mücehhez vatandaş duruşu.
Can acıtıcı, kördüğümü işaret eden gerçeklikle aramızda bu masumiyet kalkanı durduğu sürece on yıllardır ‘Kürt sorunu’ başlığı altında yaşadığımız büyük insanlık dramının çözülebilmesi imkânsızdır.
Uludere katliamı hakkında bir açıklamada bulunma gayretine bile tenezzül buyurmayan devletimizin ve o kata her kim oturursa onun gayet iyi bildiği de budur.
Bu millet nasılsa en ufak bir tehdit karşısına bildiklerini bilmezden gelmeye hazırdır.
Bu korku iklimi denilegelen varoluş durumu elbette yeni değildir. Geçmişinin kaç yüzyıl öncesine dayandığını tartışmak mümkün. Ama bu kadar sorgulanmaz bir sabite, kişiliğimizin mütemmim cüzü haline gelmişliği karşısında bu iklimin yegâne müsebbibinin herhangi bir hükümet, herhangi bir darbe dönemi olduğunu iddia etmek gülünç olacaktır.
Yalnız AKP’nin bir zamanlar bir parmak tattırdığı ‘kimi özgürlükler mümkündür’ hissinden çark ederek münferitin sularına demirlemişliğini görmeyecek, göstermeyecek miyiz?
Evet, tekrar ediyorum. Pozantı’dan binlerce vardır. Binlerce olagelmiştir. Şimdi çocukların apar topar gönderildikleri Sincan Cezaevi de bunların başta gelenlerindendir.
Böyle bir çözümle yüreklerimizi soğutursak, birkaç ay sonra Sincan’dan doğru anlatılacaklar karşısında da aynı şaşkınlığa kapılmış gibi yapmak zorunda kalırız.
Sincan’a nakledilerek ‘kurtarılanlar’ üstüne üstlük ailelerinden de iyice uzaklaştırılmış durumda. Bekleyecekleri görüşlerin bile sayısı azaldı.
Onların yeri henüz analarının kucağıdır.
İşte tartışılmayacak, görmezden gelinemeyecek olan gerçek budur.