Diyarbakır merkez olmak üzere bölgede şiddet olaylarının tırmandığını görmek çözüm umutlarımızı kemiriyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişini protesto etmek için gençlerin taşlı, molotoflu eylemleri, polisin çok sayıda göstericiyi gözaltına alması kötü gelecek işaretleri.

Daha on yedi yaşında bir Kürt gencinin protesto için kendini yakması acıları arttırdı.

Biliyorum, akıllara Mısır’da devrimi ateşleyen genç geliyor. Su cümleyi kurarken çok zorlandım: Mısır’daki o genç elbette sevgiyle, çiçeklerle anılacaktır; Ama bir devrimi ateşlemiş bile olsa ölüm” yüceltilmemelidir.”


Yüce olan, kutsal olan tek şey hayattır.

Bu sözlerim canına kıyana değil yaşayanlara, kendimizedir. O genç inandığı dava uğruna veya hayatı dayanılmaz bulduğu için o tercihi yapmıştır. Karar onundur. O nedenle bu karar yargılanmamalıdır, yargılanması gerekenler ölenin ardından o ölümü değerlendirenler olarak bizleriz.

Kahramanlar çağı bitmelidir artık, ama onu önce kafamızda bitirmeliyiz, kahramanlık edebiyatına son vererek yapmalıyız bunu. Her yüceltme bilelim ki, bir başka genci, bir başka insanı ölüme davettir. Her kutsama kutsal tütsülerin mistisizmi gerisinde bir yabancılaşma gizler. İster tanrı adına olsun, ister devlet, millet, vatan, dava, ideoloji ve hatta insanlık adına olsun her kutsallık, her yüceltme gerisinde bir hakikati örter; hakikat aslolandır.


Aslolan ise hayattır.

Kahramanlar-hainler edebiyatı ile yoğrulmuş bizler bu fikri herkesten çok dile getirmeliyiz. Unutmak, üzerinden atlamak ne mümkün, çağımızda zulüm doludizgin. Ne Mısır’daki ne Diyarbakır’daki genç yaşamına nedensiz son verdi, bir psikolojik bunalım ânında kendini yaktı. Zulme, zalime boyun eğmemek, direnmek elbette insan olmanın gereği. Ama direnme mutlaka ölüm demek değil.


Evet,
belki bir ölüm ateşledi, ama bu ölüm insanlığa henüz bitmemiş bile olsa barışçı bir devrim hediye etti Mısır’da. Yaşayanlar olarak hayatını feda eden gence borcumuzu, bu barışçı halk isyanını görüp yaşamı kutsayarak, ama ölümü yüceltmeyerek ödemeliyiz.

Bunları bana düşündüren Diyarbakır’da kendini yakan genç oldu.

Üstelik derin bir eziklik duygusunun eşliğinde düşündürdü.

Eğer, tarih boyu Kürtler varlıkları ve varoluşlarıyla inkâr edilmiş olmasalardı, eşit haklı vatandaş olabilselerdi; Dersim’de mağaralarda katledilip kıyılmasalardı, Diyarbakır Cezaevi’nde Gestapo kamplarındakilerini aratmayan işkence ve zulmü yaşamasalardı, faili meçhullerin kurbanı olmasalardı, Habur girişi ve Kürt açılımı yarı yolda kalmasaydı, Terörle Mücadele Kanunu olmasaydı o genç şimdi aramızda ve yaşıyor olacaktı.


O fidan gibi gencin ölümü şiddete değil iki taraf için de hayata, barışa çağırı olmalı.

Çözüm çok uzadı, uzadıkça barışa olan umutlar tükenmekte, yerini bıkkınlık ve giderek duyarsızlık almakta. Hepimiz farkındayız, basın, kamuoyu Kürt meselesine alti ay, bir yıl öncesine göre daha az duyarlı. Böyle giderse duyarlılık her gün daha da azalacak. Bir tarafta kavga şiddet öte tarafta seyredenler olacak. Kendini yakan Kürt gencinin ölümü bile beklenilebilir olan yankıyı yaratmadı, acı, üzüntü, öfkeden gayrı.

Çok yazık!

Meselenin bu noktaya gelmesinde elbette baş sorumluluk iktidarındır. Habur girişi kertesinde çıtayı yükseltip arkasından frene basarsanız arada iyi şeyler yapsanız da onların görülmeyeceğini bilmelisiniz. Üstelik çözümleyici yeni adımların atılmayışıyla kalınsaydı yine de iyiydi. Aksine Kürtlerin bütün sinir uçlarına dokunan, seçilmiş belediye başkanlarını da kapsayan KCK davası, barışı ciddi biçimde baltaladı. Buna rağmen Öcalan, PKK ateşkesi bitirmedi, uzattı.

Diğer yandan özellikle BDP yeni bir dil yaratmayı başaramadı, sürekli keskin, ajitatif ve polemikçi dil, üretken politikalar için gerekli düşünsel iklime fırsat tanımıyor. PKK-Şivan gerginliği Kürt hareketine çok şey kaybettireceği aşikârken BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın konuyla ilgili esneklik içermeyen açıklaması bu söylediklerime bir başka örnek oluyor.


Barışçı dil ve yöntemlerle barışa daha çok şans tanımalıyız.