Umutlu olmak insana özgü bir haslet. İnsanların, tarih denen, “yaşadığı ânı fark etmeyi” keşfedeli takvimsel-zaman açısından çok zaman geçmiş olsa da insanlar hâlâ “tarih-öncesi zamanı” yaşıyor, henüz zamanının efendisi olamadı. Zira insanın insan üstünde kurmuş olduğu tahakküm ilişkileri sürüyor. Sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik doğuran türlü çeşitli tahakküm ilişkileri zamanını yaşıyor ve hâlâ onun, savaşlar, işkenceler, terör, hapishaneler, yıkımlar, çevresel felaketler, kitlesel açlık, kitsel işsizlik, kitlesel hastalıklar tarihini anlatıyoruz. Bunun için tarih-öncesi dedim.

Buna rağmen tarih-öncesinden tarihe geçişi zorlayan güçlü insanî eğilimler de bu gidişe eşlik etti hep, bunun sonucudur ki, insanlar “bir başka dünya mümkündür” umudunu dile getirdi, bu umudun manifestosunu yazdı, kırık dökük, kör topal da olsa bu umudu hayata taşıdı.

En kötü durumlarda bile insanlar insana yakışır iyi geleceği mümkün gördüğü içindir ki geleceğe dair bu umuda yaslanarak dünyayı değiştirmeyi becerebildi; nükleer bir savaşın eşiğinden dünyayı çekip çıkarabildi, soğuk savaşı sonlandırdı vs. Ve bugün dünyamızı yeni arayışlar zamanına sokabildi.

Demem o ki, “başka bir dünya mümkündür” düşüncesi artık olgularla desteklenen bir eğilim halini aldı, nesnel bir karakter kazandı. Yani kötüye karşı iyinin yalnızca idesini öne sürmekle yetinmeyip bu iyinin pratiğinin ürünü somut olguları tartışabiliyoruz.

Dolayısıyla boş umutlarla olumsallığa (mümkün olanı mümkün kılmaya) dayalı umut arasındaki farkı teorileştirmemiz artık mümkündür. Solun oturacağı yer de tam olarak burasıdır. Yani, “başka bir dünya mümkündür” fikrini, tarihsel pratiğin somut olgularını anlamlandırarak, başka deyişle teorileştirerek tarih öncesine son verecek eğilimleri yeni olgularla hayata geçirebiliriz.

Böyle baktığım için modern zamanların tarih-öncesini belirleyen şeyin “ulus-devlet milliyetçiliği” olduğunu görüyorum.
Ne var ki, bizzat devlet olma olgusunun mantığı gereği her ulus-devletin kendine özgü bir tarihsel gelişim çizgisi var, güçlü ortak noktaları, güçlü benzerlikleri olsa bile hiç biri diğerinin kopyası değil. Köklü değişimci politikaları belirleyecek olan karakteristik çizgiler de ayrıntı gibi görünen bu farklı yapılanmalara dayanmakta.

Bizim topraklarımızın tarih-öncesini belirleyen karakteristik ise, daha Osmanlı’dan başlayan asker-sivil devlet bürokrasisi sınıfına dayalı olarak yapılanan “devlet-ulus”tur. Bu somut gerçeği merkeze koymayan bir bakış açısı veya bu gerçeği paradigma olarak almayan teorileştirmeler ülkemizdeki gelişmeleri doğru anlamamıza imkân vermediği gibi aktif değişimci politikalar üretmeye de yol vermiyor. Özellikle sol, bütün özverili mücadelelerine rağmen değişimci bir güç olarak ortaya çıkamadığı gibi kendini de değiştiremiyor. Oysa:

Umutlu olma zamanı içindeyiz...

Bir kez daha kendi umutlu olma halimi tanımlarsam, boş umutlar değil, “başka bir dünya mümkündür” eğiliminin artık “olgularla” desteklenen gelişme tarihinden beslenen gerçekçi umutlar benimkisi.

Bu nedenle ülkemiz somutunda tarihsel değişimin kırılma noktasını Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday olmasını almış ve bundan sonraki siyasi gelişmeleri ilgilerimin tepe yaptığı bir dikkatle izlemiştim. 27 Nisan muhtırasına direnmeyi fay hattının kırılma noktası olarak yazmıştım. Zira Çankaya tepesi askerî-bürokratik militarist rejimin müstahkem mevkii idi. Arkasının geleceğinden doğrusu kuşkum yoktu. Ama iki türlü gelebilirdi arkası, 12 Eylül rejiminin tahkim edilmesine dönük gerici bir restorasyon veya sivil demokrasiye doğru açılım.

Hangisinin olacağı bizlere, demokrasi güçlerine bağlıydı.

Nitekim iki yol bir süre at başı gitti. 28 Şubat’ın devamı olarak Ergenekon örgütlenmesi geldi ve AK Parti’yi kapatma davası bunu izledi. Sonuçta birinci yol başarı kazanamadı, 27 Nisan e-muhtırasının geri tepmesiyle birlikte geleneksel hegemonya sarsılıp çözülme sürecine girdi.

12 Eylül’ün yargıya taşınması ve arkasından 28 Şubat’ın askerî kanadının soruşturulması, Meclis’in daha da gerilere gidip 27 Mayıs askerî darbesini de soruşturmaya dâhil etme iradesini göstermesi, bütün bu yeni gelişmeler gelecek için umutlu olmayı mümkün kılan, dünyada ulus-devlet zamanının dolması eğilimiyle sınırlı kalmayan bizdeki somut, “olgusal” nedenlerdir.

Şimdi önümüzde bizim kendi tarih-öncemizi belirleyen devlet-ulus modelini yapısal bir değişime uğratacak iki büyük proje duruyor, hatta buna iki değil tek proje de diyebiliriz; Kürt sorununun çözümü ve yeni ve demokratik sivil Anayasa.

Elbette umut, tek başına geleceğin nasıl olacağını garantilemez. Bu doğru... Ama umutsuz hiçbir mücadele de sonucu tayin edici enerjiyi yaratamaz, halkı mobilize edemez.