Sanki her şey kendini tekrar ediyor. Kürt sorunundan söz ediyorum tabii ki.

Öncesini şimdilik bir kenara bırakalım, son 20-30 yıla bakalım.

Şiddetin belirleyici olduğu zamanlarda, siyasal gerilim ve toplumsal kutuplaşma yükseliyor. Bakış açıları daralıyor, zihinler büzülüyor. Tefekkürün yerini, savaş ortamlarının tipik refleksleri alıyor. Karşı tarafı ezme veya alt etme hedefi, siyasal varoluşun yegâne temeli hâline geliyor. “Taraf tutma” ya da “mevzi alma” eğilimi yaygınlaşıyor, “safını belirleme” baskısı ağırlaşıyor. “Dost- düşman ayrımı”, bütün hâl ve hareketlere siniyor. Ara alanlar hızla daralıyor, eleştirel sesler giderek kısılıyor. Kayıplar büyüyor, yeni yaralar açılıyor, eski yaralar derinleşiyor.

Sonra bir şeyler oluyor, hava tümden değişiyor. Diyelim, “taraflar” bu gidişin sonunun iyi olmadığını fark ediyor veya yeni bir taktik ya da stratejik hesap yapıyor ve frene basıyor. Savaşın uğultuları, çözüm ve barış sözleri rüzgârlarınca dağıtılıyor.


Çözüm” niyetleri ve buna eşlik eden çabalarla birlikte, yumuşak bir iklime geçiliyor. Umutlar yeşeriyor. Yeni arayışlar ortaya çıkıyor, farklı sesler duyulur oluyor. Çok uzak sanılan ihtimaller gerçeğe dönüşüyor. Olmaz denen adımlar atılıyor.

İyimserlik ve umut devreleri, yani çözüm ve barış arayışları, Türkiye’nin AB’ye tam üye adayı olarak kabul edildiği tarihten, ama özellikle AKP’nin hükümet olduğu 2002’den sonra daha fazla yoğunlaştı, daha fazla görünürlük kazandı.


Silahları susturmak ve çözümün yolunu açmak için muhtelif denemeler yapıldı. Ama bunların hiçbiri sürdürülebilir bir hâle gelmedi. Kalıcı ve dayanıklı bir çözüm süreci bir türlü inşa edilemedi. Esas meselemiz de bu galiba.

Silahsızlanma ve çözüm girişimlerinin tıkandığı yerlerde, her iki taraf da en iyi bildiği yola, yani savaş alanına kolayca geri döndü.

Çatışma çözümüyle ilgili araştırmalarda ısrarla vurgulanan bir husus vardır: Çözüm havasının doğması, barış umutlarının güçlenmesi, bir şans olduğu kadar, büyük bir risktir de. Zira bu şans heba edilirse, yani çözüm ve barış süreci tıkanır veya çökerse, yeniden çatışma ortamına dönülür ve her seferinde bu yeni çatışma dönemi, öncekilerden çok daha yıkıcı şiddet dalgaları yaratır.

Etnik kaynaklı çatışmalarda şiddet dönemlerinin süresi ile birlikte yaşama imkânları arasında ters orantılı bir ilişki var. Bunu anlamak için, karmaşık araştırmalara ihtiyaç yok, yalın bir gözlem bile bu ilişkiyi görmeye yeter. Kısacası şiddet ve silahlı çatışma dönemi uzadıkça birlikte yaşama imkânları da azalır.

Bu söylediklerimin hiçbiri yeni değil, hepsini daha önce defalarca söyledim, başkaları da söyledi. Ama her şey kendini tekrar ettiği için, biz de mecburen kendimizi tekrar ediyoruz.

Tekrara “müzakere” kavramıyla devam edeyim. Bu aralar en sevimsiz, hatta tehlikeli kavramlardan biridir “müzakere”. Savaş ortamının ve şiddet dilinin hâkimiyeti altında, bu kavram da iyice iğdiş edildi, aslî anlamına yabancılaştırıldı. Şöyle de diyebiliriz: Müzakere kavramı, sadece şimdi değil, hiçbir zaman tam anlaşılamadı.

Müzakere, çatışmaların barışçıl çözümünde kullanılan muhtelif araçlardan oluşan “çok katmanlı, çok boyutlu bir süreç”tir. Bu araçlardan hangisinin hangi durumlarda nasıl bir sonuç vereceği, çatışmanın niteliğine ve ilgili toplumun şartlarına göre değişir.

Yani müzakere, sanıldığı veya sunulduğu gibi, sadece iki tarafın belli bir meseleyi çözmek için bir masanın etrafında buluşarak pazarlık yapması anlamına gelmez. Bu durum, müzakerenin boyutlarından ya da biçimlerinden yalnızca bir tanesidir.

Kürt sorunu gibi, şiddetle iç içe geçmiş etnik meselelerde, silahsızlandırma hedefine dönük olarak silahlı örgütle “doğrudan müzakereler” yapılabilir, şartlar uygunsa ve taraflar istekliyse yapılması da gerekir. Ancak bu tür müzakereleri, sorunun esasını çözmenin tek yolu olarak görmek büyük bir yanılgıdır.

Kürt sorunu, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal düzeninin yeninden tanımlanması ve düzenlenmesiyle ilgili karmaşık bir meseledir. Böyle bir meselenin kalıcı bir biçimde çözülebilmesi için, toplumun mümkün olan en geniş kesimlerinin katılımını öngören yöntemlere ihtiyaç vardır.


Toplumsal iletişim ve etkileşim, “müzakere” dediğimiz sürecin en önemli boyutu, vazgeçilmez katmanıdır. Siyasal alanın işler hâlde, katılım kanalların açık şekilde ve demokratik mekanizmaların güvence altında olması bu açıdan hayati önemdedir.

Bu geniş anlamıyla müzakereden vazgeçmek, söz konusu sorunu münhasıran şiddet ve baskı yöntemleriyle ele almayı benimsemek anlamına gelir. Bunun toplumsal ve siyasal bedelinin ne kadar ağır olduğunu en iyi bilmesi gereken toplumların başında geliyoruz.


“Oslo süreci”, bu ülkede tanık olduğumuz en “doğrudan” müzakere örneğiydi. Ama hükümet bunu müzakerenin tek biçimi olarak kavramış görünüyor. Zira bu süreç çökünce, müzakerenin diğer bütün boyutlarını az ya da çok bir kenara itme eğilimine girdi. Bu eğilim; siyasal alanın daraltılması, katılım kanallarının kapatılması, demokratik usullerin ve hakların kısıtlanması gibi girişimlerle güçlenerek devam ediyor.

PKK’nin bir süredir izlediği strateji, şu an “doğrudan müzakere”yi ihtimal dışına çıkarmış görünüyor. Ancak bu durum, müzakerenin diğer boyutlarını yok saymanın ve yok etmenin gerekçesi olamaz. Böyle bir yola girmek, ülkeyi savaşın ve antidemokratik arayışların kucağına terk etmek anlamına gelecektir.

Siyasetin kilitlendiği, kılıçların bilendiği bu uğursuz atmosferden çıkış için, ara yollara ve ara(cı) toplumsal güçlere acil ihtiyaç vardır...