Huzursuzluğun dingin filozofu” mu desek, “sıkıntının iltimassız dili” mi, “hüznün mütevazı şairi” mi yoksa?

Fernando Pessoa’dan söz ediyorum; edebiyat tarihinin benzersiz figüründen. 19. yüzyılın son diliminde doğan, ellisine varmadan hayata veda eden Portekizli yazar. Çok yönlü, çok kimlikli, çok farklı bir şahsiyet.

Pessoa’nın başyapıtı, Huzursuzluğun Kitabı. Benim de başucu kitabım; Türkçeye tercüme edilmeden çok önce başucuma yerleşen bir kitap. Ne zaman huzursuzlukla kuşatılsam, ne zaman sıkıntıyla dolsam, sığınmak için aradığım “sonsuz bir hücre”.

Sabah yazı yazacağım için, son bir haftada neler olup bittiğine bakmam, daha doğrusu hafızamı tazelemem lazım. Gecenin geç saatlerinde başladığım basın turunun her adımı, huzursuzluğun girdabına sürüklüyor beni.

Her yerden ölüm fışkırıyor. İnfilak eden cephaneliklerden, batan göçmen teknelerinden, dağlardan, şehirlerden.

Ülke bir “ölüm tarlası”na dönmüş sanki. Konuşmaların çoğu, bu tarlayı beslemeye ayarlanmış gibi. Tehditler, küfürler, aşağılamalar, meydan okumalar.

Adalet diye bildiğimiz aygıt da, bu tarlanın su kaynağı gibi işliyor adeta. Tecavüzcüler kollanıyor, adam öldüren güvenlik görevlileri korunuyor. Buna karşılık, mevcut iktidara veya düzene rahatsızlık verenler, sadece sözlerinden ya da fikirlerinden dolayı ceza kıskacına alınıyor.

Öfke, garaz, intikamcılık, kötüleme, kısacası hınç sarmış dört yanımızı. Bir tıkanma hâlinin tipik yansıması, diye tasvir eder Max Scheler bu havayı.

Kısa bir gündem seyahati yetiyor huzursuzluğu kabartmaya. Huzursuzluğun Kitabı’nı alıyorum elime, yatmadan önce. Sayfaları karıştırdıkça, uykum kaçıyor. Uykusuzluk huzursuzluğu iyice azdırıyor. Tam o anda, kitaptan bir cümleyi not ediyorum defterime: “Ruhum canımı yakıyor...

Ardından bir cümle daha: “Bütün büyük şeylere, büyük hayatlar kadar dağların doruklarına da, sonsuz şiirler kadar derin gecelere de damgasını vuran o büyük hüzün...

Başka cümleler de not ediyorum, bir kısmını kendim için bazılarını da bu yazıya serpiştirmek üzere.

Sabah yazıya oturunca, defteri karıştırıyorum. Notları dizdiğim sayfanın başında duran cümleye bakıyorum, bunun üzerinden yazayım diye düşünüyorum. Cümle şu: “Her zaferle insan biraz daha bayağılaşır...

Sonra bu fikirden vazgeçiyorum. Geceden sabaha büyüyerek akan “sıkıntı”dan devam etmeye karar veriyorum.

Kitabın “sıkıntı”ya tahsis edilmiş sayfalarını açıyorum, işimi kolaylaştıracak bir tanım arıyorum, lakin hemen Pessoa’nın çıplak uyarısına tosluyorum. Diyor ki, “sıkıntıyı, hiç başına gelmemiş olanların bile anlayabileceği bir dille tarif eden henüz çıkmadı”.

Nedir peki sıkıntı? Birkaç dayanak sunuyor Pessoa: “Basbayağı bıkkınlık, bir tür rahatsızlık, olsun olsun yorgunluk...” Ama hemen hatırlatıyor, “sıkıntı”nın bunlardan çok daha fazlasını içerdiğini. Bıkkınlık üzerinden anlatmayı deniyor.

Sıradan bir “bıkma hâli” olarak görmez Pessoa “sıkıntı”yı. Ben araya fazla girmeyeyim, sözü ona bırakayım: “Sıkıntı dünyadan bıkmış olmaktır sahiden de, yaşadığını hissetmenin rahatsızlığı, yaşamış olmanın yorgunluğudur; sıkıntı gerçekten de her şeyin haddinden fazla anlamsız olduğunu tende hissetmektir...

Pessoa’dan devam etmeyeyim artık. Zira kitabın bütününden ve Pessoa’nın evreninden yalıtarak okuyacağımız her cümle, bizleri “hiçliğin” kıyılarına çekebilir. Pessoa’nın “hiçliğe” methiyeler düzdüğü bağlamlar da var elbette. Ama beni şimdi, esas olarak “huzursuzlukla yüzleşme”nin değeri ilgilendiriyor.

Pessoa, insanı huzursuzluğun ve sıkıntının yakıcı etkisinin farkına varmaya davet ediyor bir bakıma. Yüzleşme yoluyla sarsma ve acıtma gibi bir niyeti olduğunu zaten saklamıyor: “İsterim ki, bu kitabı okuyunca, şehvetli bir kâbus görmüş olun.

Böyle bir yüzleşme olmadan, hayatın anlamını öğüten ve yok eden oluşlara ve akışlara karşı ruhu ve zihni uyarmak da mümkün olmaz. Tersinden söylersek, bunca kötülükle iç içe yaşayıp huzursuzluk ve sıkıntı duymamak, insanları hayata ve kendilerine kayıtsız kılar.

Evet, sıkıntıyı bıkkınlıktan hareketle tarif ediyor Pessoa, ama bıkkınlığın da bir sınırı olduğunu belirtiyor: “İnsan her şeyden bıkar, anlamak hariç...

Huzursuzluğu kaybetmemek, anlam arayışından vazgeçmediğimizin kanıtı değil mi zaten? Huzursuzluğumuz, anlam sancısının ve daha güzel bir hayata duyduğumuz acıtıcı isteğin, yorucu inancın bir yansıması değil mi?..