Türkiye'de ekonomiden siyasete, hukuktan hayatın her alanında tam manasıyla bir iflas, bir çöküş söz konusu. Hangi meslekten, hangi işle meşgul olan kişiye durumunu sorsanız yaka silkiyor. Herkes müthiş bir borç krizinde. Akaryakıta her gün olmasa bile haftalık zam adeta rutinleşti. İşin en kötüsü de kronikleşmiş söz konusu sorunlara ülke yöneticilerince herhangi bir çözümün olabileceğine dair hiçbir umudun kalmaması insanları daha da çaresizleştiriyor. Böylece mevcut sorunlar daha da kökleniyor, derinleşiyor.

Mevcut sorunların çözümü için iktidardan umudun kesilmesi, insanları doğal olarak muhalefete yöneltiyor. Başını CHP'nin çektiği altılı muhalefet ise sorunun kaynağını yalnızca Erdoğan'a ve kurduğu dar kadrosunun düzenine bağlaması sorunların çözümünü biraz daha ertelemiş oluyor. Yani siyasetin itici gücünün ''Erdoğan karşıtlığı'' üzerinden kurulması, doğal olarak Erdoğan'ın yenilmesi meselesi başlı başına bir zafer ve kurtuluş olarak akşam sabah lanse ediliyor.

Erdoğan'ın yenilmesi kuşkusuz çok önemlidir. AKP'nin ülke yönetimine geldiğinde doğan çocuğun bugün üniversite tahsilinde aklı başında bir genç olarak ülkenin zapturapt altına alındığından başka bir yaşam tercihini bilmemesi oldukça düşündürücü bir vakadır. Tek adam rejiminin yenilmesinin elzem olduğu bir hakikat. Ancak mücadelenin ana konusu sadece bu olamaz. Zira yaşadığımız toplumsal kriz yalnızca tek adam rejiminin krizi değil, aynı zamanda kapitalist toplumun kendine has devrevi krizlerinden biridir. Bu krizleri gelişmiş kapitalist ülkelere göre ülkemizin daha derinden, daha can yakarak yaşamasının nedenini hemen her konuda dışa bağımlı oluşunda aramak gerekir. İşte muhalefetin gözden kaçırdığı ise tam olarak bir sosyo-ekonomik gerçektir. Yani Millet ittifakının vaat ettiği kapitalist rejimin devamı odaklı restorasyon çabaları aslında sadece mevcut sorunların kökten çözümünü biraz daha ertelemekten öteye gitmez. Erdoğan'dan arındırılmış, deyim yerindeyse eli yüzü düzeltilmiş, yeni bir sömürü düzen inşaatından kimseye fayda gelmez.

 Tek adamdan ''kurtulmak'' adına yeniden parlamenter sistem denilen böylesi bir düzen savunuculuğu, AKP sonrası fabrika ayarlarına döndürülmüş Türkiye'nin Erdoğansız devamından başka bir şey değildir. Çünkü geçmişe duyulan özlem, düzen muhalefetince, sermayenin lehine ve sermaye için kontrollü değişim ve restorasyon üzerinden yeniden şekillenmek demektir. İşte Kılıçdaroğlu'nun hesaplaşmak yerine, ''gel helalleşelim'' demesi tam olarak budur. ''Helalleşme'' söyleminin hem Millet ittifakında hem de liberal çevrelerde karşılık bulduğu bir gerçek. Ancak aynı gerçeklik, patronlar dünyasında, devlet bürokrasisi arasında bir barış teklif olduğu gerçeğini gizlemiyor. Kısacası, AKP'nin kan kaybetmesiyle iç içe geçen ekonomik ve toplumsal bunalımdan çıkış için en kolay yol, tek adam rejimine karşı toplumsal çoğunluğu bir araya getirmek olarak görülüyor. Altılı muhalefet olarak oluşturulan Millet ittifakının asıl politikası, sağ siyasetin farklı kulvarlarında bulunan partileri bir araya getirerek merkez sağı yeniden yaratmak ve AKP sonrasına giderken sağı sahip olduğu tüm olumsuz manadaki sorumluluklarından arındırmaktır.

 Ancak güneş balçıkla sıvanmıyor. Siz ne kadar ''helalleşelim'' deseniz de, mevcut gericilikle uzlaşmayı ne kadar savunsanız da, açığa çıkan toplumsal çelişkiler bir o kadar uzlaşmaz boyutta kendini dayatıyor. Örneğin, altılı muhalefete göre her şey yolunda diye hazırlandığı seçim güvenliğinin bile tehdit altında olduğu gözlerden kaçmıyor. Bunun farkında olan Kılıçdaroğlu, SADAT'ı ziyaret ederek toplumu uyarma gereğini duyuyor haklı olarak. Canan Kaftancıoğlu'na verilen ceza da bu tespitimizi doğrularcasına seçim sürecinin hiç de kolay geçmeyeceğini gösteriyor. Kısacası, helalleşmekten vazgeçtik, sandıkların kurulup kurulmayacağı, seçim güvenliğinin olup olmayacağı en temel sorun haline geldi.

Bütün bu gelişmeler içinde umudumuzu yeşerten, gözlerden kaçmayan somut bir gerçek var ki, o da toplumun her katmanında sömürü soygun düzenine karşı büyüyen öfke, irili ufaklı kitlesel direnişler helalleşmeyi değil, eşit yurttaşlık, hak, hukuk, adalet temelinde hesaplaşmayı dayatıyor. Neoliberalizmle iç içe geçmiş Siyasi İslamcı düzen kitleleri eşi benzeri görülmemiş bir yoksulluğa mahkum etti. Dayanılmaz hayat koşulları sadece işsiz ve çok yoksulları değil, memur, esnaf, öğrenci, çiftçi, belli kapasitede katma değer yaratan küçük ve orta büyüklükteki tüm iş insanlarını, kadınları, gençleri adeta yaşamından bezdirmiş durumda. Ben bu yazıyı yazarken benzine ve LPG'ye yeni zam haberini alıyorum. Akaryakıta zam geldiğinde doğal olarak hemen her şeye zam geliyor.

Sonuç olarak, insanların çaresizliği, hayatı bu hale getiren sağ siyasetle helalleşmeyi savunarak uzlaşı ile değil, adil, demokratik, laik, emekten, emekçiden yana, ülkenin yoksulluk ve işsizlik kadar önemli en temel sorunu, Kürt sorununun eşit, eşdeğer yurttaşlık temelinde çözümünü savunan sol siyasetin hakim olduğu bir düzenin zorunluluğunu bize dayatıyor. İçinde bulunduğumuz siyasi konjonktür iktidar değişiminden öte, iktidar değişiminin yaratacağı bir dönüşümün başlamasıdır. Sağ ve sağın savunduğu değerler sistemin devamı üzerine kurulu siyasi anlayıştan ibarettir. Sol ise sistem değişikliğini siyasi hattının merkezinde görür, ana ekseninde mevcut sistemin emekten, özgürlükten, adaletten yana değişimi vardır.

Çözüm soldadır. Solun evrensel değerlerindedir.