Bazen dilimiz döner dolanır, anlatmak istediklerimizi bir türlü anlatamaz.

Bazen anlatmak istediklerimizi bir an önce anlatma aceleciliğine düşeriz. Hangisinden, hangisinin neresinden başlayacağımıza karar veremeyiz de söyleneceklerle söylenmeyecekler birbirine karışır.

Sonradan öğrendiğimiz temkinli davranmaya ne kadar meyletsek de, mizacımızdaki asilik durmaz, isyan eder.

Bazen dürüstlüğün açık kimliğin haline dönüşür. İnsan haklarına saygıdan, haktan, hukuktan, eşitlikten yana olursun da; dürüstlerin özgürlükten yoksun ortamlarına afallarsın.

Dün bir şarkı sözü olarak duyduğun ”ya benimsin ya kara toprağın”, bugün ‘ya bizimlesin, ya onlardan‘ olur, yaka silkersin.

Ne idiğü belli olmayanların peşine takılıp giden cühela, çoğunluğu elde ettiğinde; kendini anlatmanın ne kadar zor olduğunu görürsün. Bazen haklılığında bile, ‘ah keşke haksız olan ben olaydım.’ dersin de dermanın olmaz. Köpeklerin açık ve taşların bağlı olduğuna isyanın…

Gördüklerinin çoğunluk tarafından nasıl görünmez hale getirildiğini anladığında kolun kanadın kırılır. Yılma. Belki bir uçak kanadı; belki bir helikopter pervanesi gücünde yeniden toparlayacaksın cesaretini. Kırılan kanadına minnet etmeyeceksin. Gördüklerini görünür kılmak için görmeyenleri görür kılacaksın ki, uyanabilsinler. Yoksa nasıl çıkar karanlıklar aydınlıklara.

Ve binlercesi ve milyonlarcası can pazarında canını kurtarma derdindeyken; tası tarağı toplamış yürüyor, sınırmış, hatmış, vizeymiş, pasaportmuş… Her taraf vıcık vıcık… Ve kan tadıyor ve ter kokuyor. Haksızlığın ve hukuksuzluğun ve adaletsizliğin ve korkaklığın ve tembelliğin ve hazırcılığın ve adapsızlığın ve edepsizliğin varacağı yerden korkar haldesin.

Ekmeğini bölmüş ve bölüşmüş olman yetmeyecek asla. Bir tas tarak toplamak da sana nasip, zannedersin. Bir çöp bile toplayamadan çeker gidersin. “Yersiz geldi, yerli kaç” sözünün gerçekleşebilirliğini öğrenmek bu kadar zor olmamalıydı. Kime güldün de başına geldi. Sen hiç böyle durum görmedin ki gülesin. Öyleyse bu suç senin değil, seni buna layık görenlerde. Arkandan da tef çalacaklardır, sevinçle… Gitsen mi acep? Bir düşün.

Bazen bazı olayları anlatmaya gerek kalmadan, bazı kavramları hatırlatmak bile, anlatmak istediklerimizin gücünü göstermeye yetiyor. Maksadımız gücümüzü göstermek olmasa da zamandan tasarruf için hemencecik anlatmak isteğimizdendir. Zamanın kıymetini bildiğimizdendir. Yani seksen milyon insanın her birinin bir gününün kısır çekişmelerden dolayı heba olduğunu düşünün. Bunun kırk milyonunun çocuklar ve yaşlılar olduğunu, onlar için iş kaybı olmadığını kabul etsek bile, geriye kırk milyon çalışabilir/ çalışan insan… Kırk milyon gün eder. Kırk milyon gün, 109. 589 yıl eder. 109 589 yılda kalkınamayacak hiçbir yıkıntı, hiçbir virane yoktur. Aslında kalkınmak da virane olmak da bir güne bağlı… Biz kaçar tane kırk milyon günü kısır çekişmelere heba etmekteyiz, bir hesaplayın. Sonra da vatan, millet… Yetmedi zillet…

Biz ne yapıyoruz? Bir ayıbımızı örtmek için başkasının elli ayıbını göstererek; hayali ürünler ortaya sürmekten, halkı oyalama yoluna gitmekten, halkı meşgul etmekten, işin gücün yolunda yürümemesini hiç dert edinmeden nice günlerin kaybolup gitmesine sebep oluyoruz. Hatta ‘ne önemi var, birkaç günlük iş aksamasının. Yeter ki milletimin/halkımın refahı ve huzuru olsun’ demeyi marifet sayarız. Olsun; atalarımız, sapın samana nasıl dönüştüğünü çok veciz anlatmış zamanında. Benim ekleyecek bir şeyim yok.

Bazen bazı olayları anlatmaya gerek kalmadan, bazı kavramları hatırlatmak bile, anlatmak istediklerinizin gücünü göstermeye yetiyor, demiştim ya:

Suriye uçakları İdlib’i vurdu: …? ölü…

Memlekette 4 milyon Suriyeli var, daha da geliyorlar.

Suriye’ye girdik.

Devrilmeyen Esat, güçleniyor.

Emevi Camii hâlâ yerinde.

Süleyman Şah Türbesi yerinde değil.

Libya ile deniz yetki alanları anlaşması…

Libya’ya asker gönderilebilir.

Libya ile yapılan anlaşma bizi nereye götürür sanırsınız. Petrol aramadaki haklılığımızı kanıtlamaya mı? Haklıyız elbette. Ancak, Rusya’nın ABD’nin, Fransa’nın ve birçok AB ülkesine kafa tutma pahasına, ayrı saflarda.

Uluslararası ilişkilerde ülkelerin çıkarları ön planda tutulur. Kâr zarar hesabı yani… Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Ama bir insan canının dünyanın bütün servetiyle bile karşılanamayacağını hatırlatmakta fayda var.

Asıl servet, akıl sağlığındadır.

Milli geliri arttırmak için çıkar savaşlarına girmek zaruriyeti belirdiğinde, savaşa girmek kaçınılmazdır, diyemem. Çünkü bu zenginliği sağlayacak daha kolay ve daha sağlıklı, daha ulaşılabilir yollar var. Halk bunu biliyor.

Halkın zenginliği, toprakla uğraşmasına yardımcı olmaktır. Halkın zenginliği, çalışan fabrikayı satmayıp yenilerini kurmaktır. Halkın zenginliği, adaletle yönetildiğine onu inandırmaktır. Halkın zenginliği, vergilerin de gelirlerin de hakça bölüşüldüğüne inanmasındadır. Halkın zenginliği, insanlar arasında ayrımın körüklenmemesindedir. Halkın zenginliği, dini baskılardan uzak ve özgür yaşamasındadır.

Milli gelirin artmasının kâğıt üzerinde olamayacağını herkes bilir.

İsviçre’nin milli gelirini arttırmak için hangi savaşları planladığını öğrensek de taraf olsak(!).

Norveç, Danimarka, Finlandiya, İsveç, İsviçre hangi savaşlarla milli gelirlerini bizim dört, beş, altı, yedi katımız yaptı. Küçük ülkeler bunların bazıları. Çoğu zaman Konya’nın yüzölçümüyle karşılaştırırız. Gel gör ki sadece Hollanda’nın tarımdaki büyüklüğü: ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük tarımsal ürün ihracatçısı durumunda.

Sanırım, Hollanda’da fazla deniz olmadığı için yatlara indirimli motorin verilmeyip, o indirim çiftçiye yansıtılmış gibi gibi.