Mümtaz’er Türköne, şüphesiz akıllı bir insan. Bilgili de. Yani Türkiye’de olan biteni anlama, yorumlama kabiliyetinden şüphe edilemez. Ayrıca, memleketimiz için önemli bir husus, kendisi iktidar camiasından. Yani aykırı fikirler serdetse, başına bir iş gelmez. Dolayısıyla, söylediğinden tam sorumlu tutabiliriz. Hattâ, aynı kesimden akıl fikir sahibi başka insanların düşündüklerine tercüman olduğunu da varsayabiliriz. O halde bakalım, esas işleri güç mücadelesi olduğu için bazen sağduyudan uzaklaşabilecek politikacıları akıl-mantık çizgisine çekeceği umulan bu tür aydın camiasının Kürt sorununda gelinen korkunç aşamaya dair hissiyatı, fikriyatı nedir. (Ele alacağım yazı, 20 mart tarihliZaman’da çıktı; “Nevruz ayrılığı” başlığıyla.)

Türköne: “PKK-BDP, Nevruz'u ‘Kürt Baharı’na dönüştürmeyi planladı. İstanbul ve Diyarbakır'da pazar gününün hâsılatı, bu planın işlemediğini gösteriyor. Amaç, büyük kitlesel katılımlardı. (...) Gösterilen bütün çabalara rağmen beklenen sonuç elde edilemedi.”

“Hâsılat” ha? Devlet toplanmayı yasakladı, toplanmaya kalkışanların üzerine, helikopterlerden gaz bombaları atmak dâhil akla gelebilecek her türlü vahşeti sergiledi, insan öldü, sadece Diyarbakır’da, nasıl olduysa sağduyu gösterip bir noktada bariyerleri kaldırdı, başka her yerde mümkün olan en şiddetli çatışmaların yaşanması için elinden geleni ardına koymadı... ama Türköne şimdi bütün yaşananlara bakıp, “oh, istedikleri gibi kitlesel gösteriler yapamadılar” diye düşünmemizi, bunu da PKK’nin azalan desteğine yormamızı istiyor.

Türköne: “PKK’nın stratejisi, Devrimci Halk Savaşı’nın ulusalcı bir türü. Silah önce, halk ile devlet arasına düşmanlık sokmak için kullanılıyor. Terörist peşine düşen devlet ... halkı taciz ediyor. 90’lı yıllarda köy boşaltmalarla ve faili meçhul cinayetlerle bu taktiğe devlet epeyce katkıda bulundu. Kitlelerin silahlı mücadelenin peşine takılması, uluslararası alanda meşruiyet getiriyor. Sonrası ‘objektif şartlar’a uygun kazanımlar elde etmek.”

Bu paragraf, “PKK’nin stratejisi”ni mi ortaya koyuyor yoksa Türköne’nin taktiğini mi? PKK diye bir şey var. Acaba niye var? Türköne’nin yazı boyunca azaldığını kanıtlamaya çalıştığı o “kitlesel” destek niye var? Bütün bu soruları bir kalemde geçiyorsunuz. “Silah, önce!!! halkla devlet arasına düşmanlık sokmak için” kullanılmış! Bu “önce”, yalan makinesinde yüzünüzü kızartır, Mümtaz’er Bey. Silah ancak Türkleri öldürürse mi silah sayılıyor? Kürtleri öldürene silah denmiyor mu? Bunlardan hangisi “önce” gelmiştir?

Bugün bu kadar Kürt’ü, başlarına gelebilecek her şeyi göze alıp sokaklara dökülmeye sürükleyen nedir? Bu, Türköne’yi ilgilendirmiyor. Çünkü kendisinin amacı, meselenin esasını gözlerden saklamak. Devletin “katkısı” denen şeyin, onbinlerce ölü, evsiz barksız geleceksiz bırakılmış milyonla insan olduğunu hafızalardan silmek. Kısaca, Kürtlerin bugün niye bu kadar haşin, uzlaşmaz, kin dolu hale geldiğini, bunun haklı ve meşru sebeplerini, Kürtlere anlayış göstermesi “tehlikesi” bulunan vicdan sahibi insanlardan gizlemek. “Önce” ha!?..

Türköne, PKK’nin arkasındaki kitlesel desteğin “temmuz güneşi görmüş kar misali eridiği”nden emin.“KCK tutuklamalarına karşı protestolarda katılımın azalan bir seyir izlemesi, kitlesel destekte zirve noktasının aşıldığına ve inişe geçildiğine dair somut bir gösterge”ymiş. Hiç düşünmüyor ve kendine sormuyor; “acaba benim bu ‘PKK’nin ardındaki destek’ dediğim şey, bugün PKK’ye açıkça karşı olan Kürtlerin bile paylaştığı bir ruh halinin ifadesi olmasın?” demiyor. Uludere/Roboski hadisesinin istisnasız bütün Kürtler üzerinde nasıl bir tesiri olduğunu düşünüyor acaba? Muhtemelen düşünmüyor bile. PKK, BDP, KCK... diye sıraladığı kısaltmaların, memlekette yaşayan her Kürt’ün ailesinden birilerine iliştiğinin de mi farkında değil?

Türköne’nin vicdan sızlatan yazısında ciddiye alınması gereken bir iddia da var: Onun, –Meclis’teki milletvekillerini kriminalize etmeyi de ihmal etmeyerek boyuna tekrarladığı– deyişiyle “PKK-BDP cephesi”nin, “Kürdistan’daki statü”ye takılıp kaldığı için, aslında Kürdistan dışında yaşayan Kürt çoğunluğu (“yüzde 60” diyor) arasında desteğini arttıramayacağını ileri sürüyor. Evet, böyle bir iddia tartışılabilir. Çünkü hâlihazırdaki milliyetçi önyargılarıyla “Kürt siyaseti”nin bir türlü anlamak istemediği, aslî sorunlardan birine işaret ediyor. Öte yandan, Türk çoğunluğun ve sağcı siyasetçilerin (sırf hükümet değil, Kılıçdaroğlu falan, hepsi) bir türlü anlayamadığı, anlamak istemediği durumu da, ters yönden gelerek, tarif ediyor. Türköne gibilerin, kimse vicdan azabı çekmeden görmezden gelebilsin diye malzeme temin etmekle meşgul olduğu bu durum, Türkiye’de milyonlarca Kürt’ün yaşadığı, hepsinin bugüne kadar kendilerine reva görülmüş baskıdan, zulümden payını şu ya da bu şekilde almış olduğu, “Kürt siyaseti”nin hiçbir stratejisini, taktiğini, eylemini şusunu busunu benimsemeseler bile bütün öteki Kürtlerle aynı ruh hali ve duyguları paylaştıklarıdır.


“Kürt sorunu,”
 diyor Türköne, “bir Kürt ulusalcılığı sorununa dönüşüyor. Bu renge büründükçe marjinalleşiyor. PKK’nın miting alanlarında azalan desteğinin sebebi de bu.” Anlaşılan Türköne, yarın hiçbir Kürt herhangi bir şey için sokağa dökülmezse, “Oh, PKK’nın desteği bitti, sorun da bitti!” diyecek. Ve şu “PKK’nın desteği” deyip geçtiği şeyin gerçekte ne olduğuna kafa yormaktan kurtulacak. Çünkü öyle bir durumda Kürtler de bitmiş olacak. Çünkü ölmedikleri ve öldürmediklerinde kendilerini yok sayan bir devlet ve toplum çoğunluğu var karşılarında.

Konumuz, aynı dini paylaşmanın da önleyemediği bir şekilde, ırkçı-milliyetçi güdülerle onyıllardır sürdürülen bir zulümdür, Mümtaz’er Bey. Türk çoğunluğun, 1990’lardaki korkunç vahşet yıllarında bile Kürtlere en ufak duygudaşlık göstermeyi aklından, ruhundan geçirmemiş olmasıdır. Bugün hâlâ, ne kadar “yeni politika”, “yeni hamle” şu bu diye sunulursa sunulsun, devletin öncelikle Kürtleri ezmeyi öngörmesi, Türk çoğunluğun bunda en küçük bir vicdanî, insanî sorun görmemesidir. Güya siyasî adım diye sunulan her şeyin aslında bir tür dersini verme, haddini bildirme, boyun eğdirme zihniyeti üzerine kurulmuş olmasıdır.

Ve sonuçta, Kürtlerin en doğal haklarının tanınmasının önünde milleti hâkime kibri dışında bir engel bulunmadığını, bu hakların tanınmasıyla PKK’nin kısa sürede marjinalleşeceğini pekâlâ akıl edebilecek olan sizinle, diyelim Fikret Bilâ’nın aynı şeyleri savunur, aynı şeylere sevinir hale gelmesidir.