MİT krizi hakkında yazmazsam köşeyazarlığı ehliyetimi altı aylığına alırlar. Fakat ekranlardan üstümüze çarpıtılmış hakikat boca eden uzman gazeteciler kadar şansım yok. Kendileri, eksik olmasınlar, hangi tarafın elemanıysalar ona göre birtakım izahat ve maruzat eşliğinde, gazeteciliğin asla oynamaması gereken ne rol varsa hepsini örneklediler.

Gazeteci dediğin, “MİT’i yıpratmamak lâzım”dan girip “polisin başarılarını gözardı etmemek lâzım”dan çıkmaz. MİT’e “İki elemanın Hrant’ı niye tehdit etmişti” diye sorar meselâ. Polise, “sahiden aranızda cemaatçi örgütlenme var mı”yı sorar. Gazeteci, “ülkeye hizmet” bahanesiyle kendini yönetim mekanizmasının parçası olarak işe koşmaz. Roboski (Uludere) katliamı karşısında sergilenen vicdansızlığın, umursamazlığın hesabını sorar. Madem Dink cinayetinde, Roboski’de hükümetin suçu yok, suçluları niye koruyor, bunu araştırır. Gazetecinin “ülkeye hizmet”i, efendisine hizmet değildir. Cemaat, parti ve hele devlet kurumlarının propagandacılığı hiç değildir.

Gazetecilerin hükümet adına, savcı adına, polis adına, MİT adına konuştuğu, utanç verici kriz günlerinde elbette birileri de, kod adıyla “cemaat”, kendilerinin anılmak istedikleri isimle “Fethullah Gülen hareketi” adına sahne aldı. Ve memleketin bu hali ve varlığıyla “Gülen hareketi” olgusunu daha fazla taşıyamayacağı anlaşılmaya başlandı. (Erken bir öngörü, farkındayım. Ama allah aşkınıza, şu son krize yolaçan “kapışma” neyin kapışmasıdır? AKP hükümeti ile Gülen hareketi arasında muazzam siyasî farklar mı var? E, bu durumda, Gülen hareketinin, AKP’ninkinden farklı bir siyasî programı mı var? Varsa büyük sorun. Yoksa, bunun adına kişisel ya da grupsal iktidar mücadelesi denir ki, o da bir tarafında her şeyi ortalıkta olan bir parti, öbür tarafında grup başkanvekili niyetine polis ve savcıların iş gördüğü bir gizli parti ile yürütülemez.)

Gülen hareketi mensuplarının artık şunu kabul etmesi gerek: Böyle bir varlık tarzı, ciddî bir haksızlık, adaletsizliktir. Çünkü onlar gibi örgütlenecek başka herhangi bir hareketin bu devlet hemen tepesine biner. Yararlandıkları, dönemin koşullarıdır, düpedüz iktidar ortağı olmalarıdır. Bu gizli kapaklılık, kendini sadece bir hayır kurumu gibi sunma çabaları, hareketin gücünün, etkisinin, yaygınlığının tahmin edilemezliği, onları çok tuhaf bir konumda bırakıyor. Bütün bunların yarattığı gizem, belki güçlerinin abartılmasına, fakat öte yandan, bu abartı nedeniyle meselâ bürokraside birçok insanın onlarla arayı bozmama kaygısına kapılmasına yolaçıyor, dolayısıyla güçlerini arttırıyor.

Özel olarak, insanlara din kanalından seslenen, manevî güçlerle donatılmış sayılan bir (tek!) öndere sahip, somut hedefleri başkalarınca bilinmeyen bir hareket, elbette bu başkaları için korkutucu bir varlıktır.

Bizimki hukuk devleti olmadığı, siyasetten de sadece taraftarlık anladığımız için sorun sayılmıyor ama herhangi bir hareketin etkin olduğu alanlar arasında diyelim polis varsa, bu ciddî sorundur aslında.

Şahsen, gizlice devleti ele geçirip şeriat düzeni kurmak isteyen bir hareketle karşı karşıya olduğumuza inanmıyorum. Böyle bir hedefe yönelseler, Gülen hareketinin mevcudu ânında onda bire iner. Fakat ne yazık ki, dinî zırh içinde bildiğin milliyetçilik temelinde mevcut devletle rahatça uzlaşabilecek bir yapıdan şüphe ediyorum. Kendini bu hareketin içinde veya yakınında gören ve aslında farklılıkları içinde zengin, demokratik bir Türkiye hayal ettiğini söyleyen insanlar (evet, böyle insanlar var!) itiraz edecektir elbette, ama “dışarıdan” bakıldığında, o da puslar içinde seçilebilen, polis gibi gayet kritik bir mekanizma içinde bile kurulabilen masonik dayanışma ağları ile bir propaganda medyası.

Her türlü melanetin ardında “Fethullahçı komplosu” aramayı saçma buluyorum. Ancak, eğer bu hareketin polis içindeki etkinliği uydurma değilse, bir süreç olarak Hrant Dink cinayeti ve sonrası, hiçbir hukukî veya vicdanî engel tanımaksızın yayıldıkça yayılmış KCK dalgaları, şüphesiz “biz demokrasi için çalışıyoruz” diyenleri doğrulayacak işler değil. Aksine. Tabiî şu soru da var: demokrasi için çalışacak bir hareket niye polis içinde örgütlensin ki?

(Sözkonusu komplo teorilerine yakınlık duyanlar için uyarıcı olmasını umarak bir olayı hatırlatacağım: Hrant Dink cinayetindeki ve sonrasındaki rolü en şaibeli olan polis müdürlerinden Ramazan Akyürek’in “Fethullahçılara yakınlığı” sayesinde kollandığına hepimiz uzun süre inandık. Fakat tam da Gülen hareketinin gazabına uğrayan bir başka polis müdürü, Hanefi Avcı, tam da Hrant olayında, Akyürek’e sahip çıktı, “Hrant olayı aydınlatıldı ya, daha ne istiyorsunuz?” dedi. Zaten polis içindeki entrikalara hiçbir zaman aklım ermez, bu olaydan sonra daha da dikkatli konuşur oldum.)

Gülen hareketinin artık kendini hepimiz için meşru ve açık bir zeminde dürüstçe tanımlaması, başkanını, üyesini bildiğimiz bir sivil toplum kuruluşu mu olacaklar, parti mi kuracaklar, ne olacaksa olması gerekir. Şeriat mı, işçilerin duayla işe başladığı ve zinhar grev yapmadığı bir kapitalizm mi, bütün dünyayı Türk yapmak mı, her ne amaçla çalışacaklarsa çalışsınlar. Ama kiminle, neyle karşı karşıya olduğumuzu bilelim. Yok, hakikaten demokrasi için çalışıyorlarsa da herkes görür.

Düşünün, bugün çıkıp “polis içindeki cemaat örgütlenmesi” iddialarını bu hareket adına açıkça yalanlayabilen bir yetkili ağız yok. Yalanlayan yok, bu bir sorun; yetkili ağız yok, ikinci büyük sorun. Elbette televizyonlarda birileri, “aman efendim, ne münasebet!” muhabbetleri yaptılar. Çoğunun gözlerinin yalan söylemesini bir yana bırakalım, hangi ehliyetle konuştuklarını bilemiyoruz ki hiçbir zaman.

Ahmet Şık gözaltına alınırken “dokunan yanar” dediğinde buna sadece “Ergenekoncular” ve solcular mı inandı acaba? Yoksa herkesin inanması “hareket”in işine mi geldi? Ve tabiî son soru: bu doğru muydu?

Bunlara inandırıcı bir karşılık vermeyen hareket, toplumsal zeminde meşru olamaz. Ahlâken meşruiyet, başkalarının gözünde olur, yandaşların değil. Ama sorun meşruiyet değil bir çeşit meşrutiyetse o başka tabiî.