Sene 1989, Cumhuriyet Üniversitesi öğrencisi olarak sevgili Fethi, Cibo ve H. Ayrıç ile Tokat’ta aynı evde yaşıyoruz. Tokat Meslek Yüksekokulu’nda o zaman Ziraat Fakültesi ve Yüksekokul aynı kampüs içinde. Tokat da Sivas gibi muhafazakar bir şehir. Ancak bizler hem Tokat yerel halkı ve hem de öğrenciler arasında kendi politik duyarlılıklarımız çerçevesinde bir alan oluşturmuştuk. Öncelikle öğrenci evlerimiz adeta birer kültür merkezi gibiydi. Dünya klasikleri, dünya devrim tarihleri, sosyalizm tarihine dair sıkı okumalar yapar ve yoğunca tartışırdık.

Fethi sırtındaki o siyah uzun pardösüsü ile her zaman aklımda. Benden çok daha tarih biriktirmişti yüreğinde, çok güzel ve içten gülerdi, samimiydi, ve yaşadığı ülkede “öteki/yabancı” olmanın ne demek olduğunu çok erkenden öğrenmişti. Cibo her haliyle “benim bu okulda ne işim var?” der gibiydi her zaman. En çok sevdiği şey evde zaman geçirmekti. Bizim gibi öğrenci hallerine hiç karışmıyordu. H. Ayrıç ise evimizin en ağır abési havalarındaydı. Sanırım biraz da aristokrat halleri vardı. H. Ayrıç Ferhat Tunç’un teyzesinin oğlu olarak müzik ile daha profesyoneldi, bağlama eşliğinde çok güzel Dersim ezgileri okurdu. Fethi de bağlamaya heves salmıştı H. Ayrıç gibi. Üçü de Dersimliydi. Aralarında Koçgirili olarak bir ben vardım.

Bir süre sonra baktım bizimkiler her hafta sonu Tokat’taki askeri birliği ziyarete gidiyorlar. Ben her şeyi biraz geriden takip edip öğreniyordum, sanırım daha o zamandan bile kendi sınırlı dünyamda koşturmak yeterince yetiyordu, ondan olsa gerek dışarılara o kadar açık değildim. Ancak evde çok şenlikli zamanlarımız olurdu. Çok eğlenirdik. Müzikler, govendler, mutfakta bir demlik çay etrafında dönen muhabbetler… Hepimiz sıkı solcuyduk. Onlar ideolojik hatlarını her Dersimli gibi erkenden belirlemişlerdi.

Bir hafta sonu dışarıdan eve dönüyordum. Kapıyı açtım antrede durdum bir an. Asker botları doluydu. Sayılarını şimdi tam hatırlamıyorum ama, o kadar asker botunu bizim evin antresinde görmek beni şaşırtmıştı. Yavaş şekilde ne oluyor diye antreden önce mutfağa göz attım, sonra baktım salonda kalabalık sesler. Kapıyı araladım, bir anda askeri yeşil renkten hırkalar içinde üç askerin bizimkiler ile birlikte bir yandan muhabbet ettiklerini, diğer yandan şarap içtiklerini gördüm. Tebessümleri ile beni de davet ettiler sofralarına. Hayatımda ilk kez askeri kıyafetler içinde devrimci abéler tanımıştım. Mehmet Çetin konuşuyordu genelde.

O zaman hikayelerini kısmen de olsa öğrenmiştim. Mehmet Çetin ve iki arkadaşı 12 Eylül ikliminin getirdiği baskı/şiddet ortamında tutuklanan üç devrimci insandı. 1989 tarihindeki şartlı salıverme ile her biri 9 yıl kadar tutsaklıktan sonra özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Özgürlüklerine kavuşmaları ile askere alınmaları aynı zamana denk geliyor. O dönemde özgürlüğüne yeniden kavuşan ve askerlik ilişiği olanları Tokat’taki askeri birlikte topluyorlardı. Onların bir yandan askeri üniformalar içindeki hallerini yadırgarken öte yandan Mehmet Çetin’in bir şair ve iki yoldaşının da devrimci olmaları beni yeterince heyecanlandırmıştı.

Bir vicdani retçi olarak ancak şimdi sorabiliyorum; askerlik yapmak, o üniformaları giymek zorunda mıydılar? Bunun başka yolu yok muydu? O üniformaları giymeyi ret etmeleri mümkün değil miydi? Dediğim gibi bunu şimdi sorabiliyorum. O bir gün birlikte güzel zaman geçirmiştik. Sonra Tokat pazarına alışverişe çıkmıştık, yakında askerliğin biteceğini Dersim’e gideceğini söylüyordu Mehmet Çetin. Onun için sevdiklerine, ailesine Tokat’ın özgün ürünlerinden bir sepet hazırladı. Bugün itibarı ile neler aldığını tam hatırlamıyorum ama, şarap ve sabun aklımda kalmış.

Hayatımın sonrasında da Mehmet Çetin’i izlemeye devam ettim. Şiir kitaplarını edindim. Zaman zaman katıldığı programlara dair haberler okudum. Ama şöyle bir gün fırsatını yaratarak ‘ya Mehmet Hocam’ diyerek o eski günlere dair hiç konuşamadım. Bu benim kendime, Mehmet Çetin’e bir borcum kalsın.

Güle güle Dersim’in koca yürekli şairi…