İzmir 30 Ekim 2020 Cuma günü saat 14,51'de şiddetli bir depremle sarsıldı. Kandilli Rasathanesi depremi 6,9 büyüklükte olduğunu, AFAD ise 6,6 diye açıklama yaptı. Ülkede inandırıcılık o kadar dibe vurmuş durumda ki, iki kurumdan hangisinin açıkladığını temel alacağınız neredeyse sizin siyasi duruşunuzu belirleyecek nitelikte bir ölçü haline gelmiş halde. AFAD 2009 yılında kurulan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı olarak Cumhurbaşkanlığına bağlı faaliyet yürüten bir kuruluş. Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü ise Boğaziçi Üniversitesi'ne bağlı ve 1868 yılında kurulmuş. Kandilli Rasathanesi ile AFAD arasında 141 yıllık bir kıdem farkı var. Birisi mevcut iktidarın kontrolünde olduğu için doğal olarak iktidarı, Kandilli ise bilimi temsil eden kuruluş.

Hangisinin açıkladığı verilere inanacağınız size kalmış elbette. Benim anlatmak istediğim ise konunun başka bir boyutu; Depremi doğanın çok sıradan bir döngüsü olarak kabullendiğimize göre, doğa denilen harika varlığın kendisini felsefi boyutta düşünmek gerektiğini dert edindim...

Deprem bir doğa olayıdır. İnsanlıktan önce de yeryüzünde deprem, sel baskınları, yanardağ patlamaları, tsunami, yıldırım çarpması gibi doğal afetler hep var olmuştur. Deprem ve benzeri doğal afetlerden dolayı doğayı suçlamaya veya sorumlu tutmaya hakkımız yok kuşkusuz. Doğanın iyiliği ya da kötülüğü gibi özellikleri bizim düşüncelerimize göredir. Doğa bilinçli olarak ne iyiye, ne de kötüye eğilim gösterir. Kısacası doğal olaylara iyi ya da kötü önadları yakıştıran bizim düşüncelerimizdir.

Doğada iyilik kötülük, sevap günah gibi şeyler yoktur. Yağmur yağar, güneş doğar,. Ağaçlar çiçeklenip yapraklanır. Ya da başka bir doğal yıkımla bütün bir kent yerin dibine geçer. İnsanın iyilik kötülük diye nitelendirdiği bütün olaylar doğacadır. Her şey doğa yasalarına göre işler evrende. Doğanın bir parçası olan insan, insan düşüncesi de bütün özgürlük kavramlarına karşın, gene de doğal yasaların etkisiyle, bu yasalara göre davranmak zorundadır. Yel eser, yaprak kıpırdar, ateş yakar. İnsan er ya da geç ölür. Bu doğal bir akıştır. Bir yerde insan, insan düşüncesi doğal akışın bir bölümünü etkilerse de, genel olarak evrensel birliğin yasalarına boyun eğmek zorundadır.

Doğanın, bu sonsuz varlığın göz kamaştırıcı, bu görkemli niteliğinden dolayı, insanlar ona tanrısallığı yakıştırmışlar, tanrıyı daha gerçekçi bir açıdan anlatmaya, açıklamaya çalışmışlardır. Doğada iyilik kötülük özelliği bulunmadığından, milyonlarca yıldan beri tasarlanıp imgelenen şekilsiz tanrı anlayışına da bu özellikler uygun düşmüştür. Böylece evren - tanrı ya da tanrı - evren ikili kavramlarına ulaşılmıştır. Bu ikili kavrama başvuruş dinsel çevrelerin hayal dünyasını okşamış, onları ziyadesiyle hoşnut kılmıştır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar kısaca bütün canlılar doğanın yaratıcısıdır. Doğa ona uygun koşullarda canlıları yaratır (üretir). Doğal uyum, yaşamın yaratıcı kaynaklarını oluşturduğu gibi, yaşamı da sürekli kılar. Doğa kendi özünden, kendi yapısından gelen zorunlulukla davranır. Doğanın açılım ve yayılımları böylece süreklilik kazanmış olur.

Bir tanrı varlığı düşünülüp, varlığı zihinlerde onaylanmasına rağmen olaylarda, yıkımlarda gücünü gösteremiyorsa, gerçekte varlığına inanılan tanrı, hayal dünyasının dışında yok demektir. Bu durumda isteyen, doğaya tanrılık niteliğini verebilir. Ama doğa tanrı değildir. Davranışları, yıkımlarıyla doğa katı, soğuk ve duygusuzdur. Öyleyse düşüncelerde varlığı tasarlanan tanrı doğanın tıpkı bir fotokopisidir. Doğanın yarattıkları da doğacıdır. Doğadışı ya da doğaötesi bir yaratı yoktur. Doğa, madde olarak kendine özgü bir yaratış alanıdır. Doğanın bu niteliği onun özündedir ve kendi döngülerinden dolayı hiçbir şeye ne hesap vermek zorundadır ne de ondan hiçbir şekilde hesap sorulabilir. Bu durumda doğa kendi yasalarının, kendi devinimlerinin, kendi döngülerinin efendisidir.

Doğa, evrenin her yanında özündeki niteliği, bu niteliğin yapısını sürdürmek zorundadır. Doğanın bu kendiliğindenliği ne iyiliğe, ne de kötülüğe yöneliktir. Bir depremde binlerce, onbinlerce kişinin ölümü insanlık için bir yıkımdır. Doğaya göre öyle mi? İnsanların kitleler halinde ölümü, aç ve perişan olması gibi felaketler yaşaması doğanın umuru değildir. Biz doğanın bu davranışını kendi düşüncemize göre yorumluyoruz. Yeryüzünde insan olsa da, olmasa da depremler, yıkımlar sürüp gidecektir. Bu yerbilimsel bir gerçek. Zaten yeryüzü şekilleri de böyle oluşmadı mı?

Canlıların oluşumuyla doğal gelişimde rastlantının büyük etkisi görülür. Doğal bileşimler, doğanın gelişim mekanizmasıdır. Böyle bir durumda rastlantının önemi yadsınamaz. Her mutlu gelişim mutlu bir rastlantının sonucudur. Toplumsal yaşamda da mutlu rastlantıların insan ruhbilimindeki yeri yadsınamaz boyuttadır. Depremler, oluştuğu bölgede milyonlarca yıldan beri süregelen süreçlerin doğal ve zorunlu sonucudur. Üzerinde yaşadığımız yerküresinin doğal yasalarına göre sular akmak zorundaydı, akmaktadır. Güneşten ayrılan bir ateş küresi olması nedeniyle depremler olmak zorundaydı, olmaktadır. Doğanın ürünü olan bütün canlılar doğal yasalara göre ölmek zorundaydı, ölmektedir. Her biri birer güneş olan yıldızlar parlayıp sönmek zorundaydı, parlayıp sönmektedir. Bu zorunluluk, bu gelişim ve süreçler maddenin özünde var olan hakikattır.

İnsanı oluşturan nitelikler, doğada uygun koşullar altında ortaya çıkar, Doğa kendinde, özünde bulunan şeyleri canlıdan canlıya iletir. Kuzunun davranışları, annesi koyunun davranışlarının hemen hemen aynısıdır. Yaşlılarımızdan ''İtten kuzu doğar mı?'' sözünü duymuşsunuzdur. Yaşlılarımızın bu gözlemi bir doğa gözlemidir. Buldog köpek türünün karakteri, huyu hiçbir zaman Kaniş köpeğininkine benzemez. ''Anasına bak kızını al'' atasözü de öyle! Babadan oğula, oğuldan toruna geçen özellikler vardır. Doğanın özünde canlıları oluşturacak nitelikler olmasaydı, doğa canlıları oluşturan duruma dönüşemezdi. Madde özünde var olanı verir. Doğa, uygun koşullar altında değişim ve dönüşümünü sürdürür.

Her şeyin nedenini kapsayan doğa, nedenler nedenini gerektirmez. Nedenler nedeni zihnimizin, kavrama yeteneğimizin buluşudur. Varlığın yasalar, elmanın özü gibi maddenin özüne ilişkindir. Doğa, uçsuz bucaksız varlık, özünden fışkıran bir güçle her yana dağılmıştır. Doğa her zaman varlığını sürdürür, uygun koşullarda. Etkinlik alanı ise bütün evrendir.

Her şeyi bilemeyiz yerine, her şeyi bir anda bilemeyiz demek daha doğrudur. Doğada her şey bir akış içinde. Sürekli bir devinim, akış... Düşündüğümüzde her doğum bir ölüme açılır. Her an hareket hallinde bulunan varlık, benim bilincimle varlığına kavuşmakla birlikte, kendi kendisinin ne varlığını, ne de yokluğunu bilmektedir. Örneğin ben suyun su olduğunu bilmeme rağmen su benim bilincimi taşımıyor. Daha açıkçası su beni bilmiyor, tanımıyor.

Uzaya fırlatılan bir nesne, doğa yasalarının etkisini taşır. İnsan da, bütün canlılar da öyle. Denize dalan insan yüzme bilmiyorsa eninde sonunda boğulur. Doğa yasaları bütün canlıları, cansızları kapsar. Uzay adamlarının uzayda bir gezegende yaşayabilmeleri için yerküresindeki koşullarla donatılması gerekir. Bütün canlılar da bir doğa dengeleşmesinin sonucudur. Bu dengenin bozulması, yeryüzünde yaşamın sona ermesi demektir. Örneğin çevre kirlenmesi bugünkü hızıyla devam ederse, çok yakın bir gelecekte insanla birlikte bütün canlılar yıkıma, yok olmaya başlayacaktır.

Doğa ne yapıyorsa, özünden gelen güçle, yaşam gücüyle yapıyor. Koşullar bütünlenir bütünlenmez doğal yaratıcılık başlar. Tavuk yumurtası 18-21 günde ve belli sıcaklıkta (takribi 60 derece) civcive dönüşür. Her zaman kendi koşullarını izler doğa. Bu durum maddenin özündeki bir çeşit bilinçliliği belirler. Doğa canlıdır, canlı atomlar öğelerinden oluşmuştur. Bu nitelikler bütün evrene yayılmış olduğundan, evrenin her yanında yaratış alanları oluşur. Doğanın düşünceli varlıklar yaratmak gibi bir amacı yoktur. Düşünceli varlık olan insan doğayı etkilediği gibi, çoğu zaman da onun yasalarına uymak zorundadır.

Bitkiler, hayvanlar, insanlar vs. doğanın çeşitli görünüşleridir. Maddenin yansımasından başka bir şey olmayan insan düşüncesi de bütün canlılar gibi doğanın özünü taşır. İnsan doğaca düşünüp, doğaca davranır. Düşünceli olup düşüncesiz davranması da bu yüzdendir. Neticede insanın her şeyi ne de olsa doğacadır. Nesnelerin uyum içinde bulunma özellikleri doğanın özündeki niteliğini belirler. Son tahlilde bütün evren (doğa) birliğe, uyuma doğru evrilmek zorundadır. Doğadaki parçalanma, ayrılma, çözülme gibi benzeri durumlar uyumun çeşitli görünüşleridir. Uyumsuzluk, düzensizlik uyuma, düzene geçmek için gerekli basamaklardır. Dallar, yapraklar, çiçekler birlikte ağaç nasıl uyumunu sağlıyorsa, düzensizlikler genel doğa düzenini, evrenin birliğini sağlar.

Hiçbir şey ol deyince olmaz! Karpuzu yemek için altı ay beklemek gerekir. Tavuğun altına konulan yumurtalar ancak 18-21 günde civcive dönüşür. Kuluçka makinesi bu süreyi etkilemez. Hiçbir güç, bir günde karpuz üretemez. Karpuz çekirdeğinden tanrılar bile bunu yapamaz. Biz ancak kendi süreçleri, yasaları içinde doğayı etkileyebiliriz. Biz doğayı korudukça, doğa da biz insanları koruyacaktır. Doğada her şey bileşimlerin ürünüdür. Onu iyi tanımak, yasalarına göre davranmak gerekiyor. Doğayı yeterince tanımaz, onun yasalarını anlayıp ona göre davranmazsak, doğa insandan er ya da geç öcünü alacaktır.

Yaşam bir gezegende, yaşamsal koşulların oluşmasıyla belirir. Doğanın yaratıcı nitelik ve özellikleri evrende, her yanda geçerlidir. Doğa konuşmayan bir yaratıcıdır. Ama o eylemleriyle konuşur ancak. Doğanın eylemlerine anlam veren, onları dilleştirip konuşturan insandır. İnsanın aklı, düşüncesidir. Bir başka deyimle doğanın bilinci, bilgi alanı insandır. Doğa - insan birbirini bütünler. Doğayı insan yaratmamıştır ama onu algılayıp bilinç alanına sokan insandır. Bu yüzden biz doğayla varız ama doğa da bilgi alanında bizimle var.

Kendi ilkeleri, özellikleri içinde kendi oluşumunu izler doğa. Duygusuzluğu, acımasızlığı bize göredir. Doğa, bir kurallar zinciri, insan, düşünmeye başlamasından bu yana işte bu kuralları çözmeye çalıştı. Göğsünde çocuğunu emziren bir ana sevecenliği yok doğada. Doğa kendine özgü, özüne uygun kurallarıyla oluşum ve gelişimini sürdürür. Bize kapalı gelen bu kodlar, doğanın açılım ve yayılımını sağlar. İnsana sonsuzluk duygusunu veren bu süreklilik, doğanın en yalın, en belirli özelliğidir. Doğada her şey kendi sınırları içinde kendine özgü yaşamını bulur.

İnsan kendini, nesneleri açıkladığı gibi, doğa kendini algılayıp bilemez. Ne elma elmalığını, ne de kiraz kirazlığını bilebilir. Birini elma, öbürünü kiraz yapan güç doğa koşullarıdır. Onları elma ya da kiraz diye adlandıran da biz insanlarız. Bütün nesneler biyokimyasal yapısı nedeniyle ''bilinçli'' sanısını verir. Bu bilinç değil, doğada kendiliğinden var olan bir örgütlenmedir. Doğanın biyokimyasal örgütlenmesi. İşte bu nedenle her bitki, her canlı yerine, zamanına, kendi yapısındaki öze duyarlıdır. Ateşin odunu yakması, odunun ateşte yanması gibi...

Sonuç olarak insan doğada, doğayla birlikte yaşamayı öğrendikçe, aklını doğanın kuralları doğrultusunda kullanma sanatını edindikçe yaşamını, mutluluğunu sürdürecektir. Değilse, bir maraton yarışçısı gibi ölümüne doğru koşacak ve kendi sonunu hazırlamış olacaktır...