Hasan Cemal, salı günkü köşesinde Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın mektubunu, ‘28 Şubat’ta size yapılanı bugün siz Kürtlere yapıyorsunuz’ başlığı altında yayımlamış. Aslında benzerlikler bir yana, her siyasi dönem ve çevrenin çok kendine özgü nedenleri olduğu için ben bu tür karşılaştırmalar yapmayı pek sevmem. Ayrıca, ne zaman bu türden karşılaştırmalar veya hatırlatmalar yapılsa, muhafazakâr kesim, ‘ama bizim silahla külahla işimiz yoktu’ diye çıkışırlar. ‘Ama biz de bu denli zulüm görmedik’ demek, nedense bugün Dersim’i tartışmaya açanların, nedense hiç akıllarına gelmez.

Doksanlı yıllardaki tavır gibi
Her şeye rağmen, ne acıdır ki, doksanlı yıllarda İslamcılık ve İslamcılara karşı gösterilen tavır ile bugün Kürt siyasi çevrelerine karşı gösterilen tavır, zaman zaman fazlasıyla birbirine benziyor. Bu benzerliklere ilişkin hafızama takılan o kadar çok örnek var ki, bazen aklıma düşüyor. Sakık’ın mektubunu görünce, o dönem yaşananlara tepki olarak yazdığım bazı yazılara baktım.
O zaman da konu dönmüş dolaşmış, ‘demokrat aydınların’ tutumlarına da gelmişti; önce Milliyet’e, ‘Zor zamanda demokrat olmak’ başlıklı yorum yazımdan (13 Mart 1997) başlayayım. Diyorum ki, “...Hal böyle iken, sabah akşam sistem eleştirisi yapanların birçoğu da dahil olmak üzere, toplumda birçok çevrenin demokratik işleyişin kabul edilemez biçimde sınırlandırılması anlamına gelecek karşısında tepki göstermemesi, ancak demokrasinin bu toplumda hiç olgunlaşmamış olduğunun işareti olabilir... Diyalog imkânları aramak yerine bunları yok etmeye çalışmak, diyalogsuzluğa varan ortamda sırtını devlete, orduya dayandırarak sorunları çözmeye çalışmak, bu ülkede demokratik süreci ciddi bir şekilde zaafa uğratmaktadır.”
Sonra şöyle yazmışım; “...herkes birdenbire toplumun bağlı olması gereken temel ilkeler, bağlı olduğu ortak değerlerden bahsetmeye başladı. Bunlar ne olursa olsun korunmalıydı. Bu görüşe kayıt koyanlar, şeriatçıların işbirlikçisi, yol arkadaşı, vs. idi. Bu işbirlikçiler, kötü niyetli değilse, en iyi ihtimalle saftılar. Demokratlık taslamak uğruna şeriatçılara alet oluyorlardı. Demek ki, bu zavallılar demokrat olmanın anlamını doğru dürüst kavrayamamışlardı. Allah’tan memlekette, her durumda bir demokratın ne yapması gerektiğini iyice bilen aydınlar vardı. Bunlardan icazet almak gerekirdi. Her önüne gelen demokratlık adına kendince bir tavır takınırsa kargaşa olurdu, bu kargaşadan karanlık güçler faydalanırdı. Bunlara alet olmak istemiyorsanız bu işi bilenleri dinlemeliydiniz, onlar size ne zaman, nasıl demokrat olunacağını söylerlerdi. Onlara ayak uydurmak istemiyorsanız bekleyebilirdiniz, tezcanlı olmaya ne gerek vardı? Bugünler geçer, her şey durulur, siz de istediğiniz kadar demokrat olurdunuz” (‘Demokrasi şeyhleri’, Yeni Ufuk, 18 Haziran, 1997)

Umut kırıcı değil mi?
“Bu toplumda yaşayanların ve toplum adına konuşanların demokrat davranmamak için hep bir bahanesi olmuştur” diye şikâyet etmişim (‘Demokrasi sirki ve Seyircileri’, Dergah, Ekim 1997). 28 Şubat sürecinde, demokrasi önüne mazeret olarak çıkan, ‘İslamcılar’ın yeterince demokrat olmadığı’ idi (şimdi onun yerine ‘Kürt siyasal hareketinin’ yeterince demokrat olmadığı bahanesini koyun). Geçmişte de “İslam ve demokrasi konusu öyle bir şekilde gündeme geliyordu ki, sanki İslamcılar yola gelseler, demokrasiye canı gönülden inansalar hiçbir sorun kalmayacak. Sanki, demokrasi bu toplumda tam kök salacakken birileri çıkıp, İslam’a aykırı demişler...” diye isyan etmişim. (‘İslam ve Demokrasi: Bir Kurt Masalı’, Sözleşme, Aralık 1997)
Bu türden örnekler o kadar çok ki! Ama uzatmak istemiyorum, çünkü çok umut kırıcı, değil mi? On dört yıl sonra, bu kez Kürt meselesi ve Kürt siyasal hareketine karşı oluşan ortamda, aynı şeyleri söyleyip duruyoruz. O dönem 28 Şubat üzerine yazdığım yazıları; ‘İslam ve Demokrasi: Bir Kurt Masalı’ başlığı altında küçük bir kitap olarak toplamıştım, kapak olarak Refah Partisi’nin kapatılması ardından, merkez binada parti adının parça parça sökülmesi karelerini seçmiştim. Bu fotoğraf beni çok hüzünlendirmiş ve çok öfkelendirmişti. Bakar mısınız geldiğimiz noktaya?