Şiddet, bir araçtır; ancak başka araçlardan farklı olarak, çok baskın bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle, içerdiği yıkım potansiyelinin dışında, onu kullananlar açısından da tehlikeli bir araçtır.

Şiddet üzerine yazılmış en özlü ve çarpıcı eserin müellifi olan Hannah Arendt, bu tehlikeyi başlıca iki unsurla açıklar: Öngörülemezlik ve keyfilik! Bunlara bir de, “kötülük“ü eklemek isterim.

Şöyle der Arendt, Şiddet Üzerine adlı eserinin hemen başlarında: “Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Siyasal amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, geleceğin dünyası açısından, sık sık niyetlenen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.“

Bu nedenle şiddet, onu siyasal mücadelede bir yöntem olarak tercih edenleri, ilân ettikleri amaçlardan uzaklaştırabilir; giderek fikir ve eylem evrenini belirleyen esas kaynak olmaya başlar. Oysa Arendt‘in vurguladığı gibi, doğası gereği araçsal olan şiddet; “tüm diğer araçlar gibi, daima amacın rehberliğine ve onunla meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyar. Ve başka bir şeyle meşrulaştırılmaya muhtaç hiçbir şey, başka hiçbir şeyin esası olamaz.“ Şayet olursa, o zaman “keyfilik” ve “kötülük” dışında hiçbir şey üretemez.

Türkiye’nin şiddete çok yatkın bir siyasal kültüre sahip olduğunu söylersek, herhalde içi boş bir genelleme yapmış olmayız. Bu ülkede şiddet, hem yönetenler hem de muhalifler açısından her zaman cezbedici bir araç olmuştur. Lakin PKK’nın silahlı eylemlere başlamasıyla birlikte, şiddet siyasal ve hatta toplumsal hayatın en temel gerçekliklerinden biri haline geldi.

PKK, şiddeti belli hedeflere ulaşmak için bir araç olarak kullandığını belirtir. Başka türlüsü de düşünülemez zaten. Şiddetin Kürt sorunu açısından kaçınılmaz bir yöntem olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim. Niyetim, PKK’nın şiddeti bir yöntem olarak savunmaya ve devreye sokmaya devam etmesi ile ilân ettiği hedefler arasındaki ilişkiye, daha doğrusu çelişkiye dair birkaç söz söylemek. Bunun vesilesi de, Kürt aydınlarına yönelik son tehditler.

PKK, uzun süredir, hedeflerini hep “demokratik“ sözcüğüyle birlikte tanımlıyor; demokratik cumhuriyet, demokratik konfederalizm, demokratik özerklik gibi. Hatta Öcalan, önümüzdeki genel seçimlere yönelik strateji önerisini “demokratik blok“ olarak ifade etti.

Öte yandan, Öcalan’ın, bazı Kürt aydınlarını “susturulmaları gereken kişiler“ olarak işaret ettiği de, avukat görüşmelerinin yayınlanan veya sonradan sızan metinlerinde yer aldı.

Bu durum karşısında, birçok kişi, haklı olarak şu soruyu sordu: “Demokratlık” bu işin neresinde? Öcalan’ı ve PKK’yı eleştiren, onlara muhalefet eden Kürtlere özgürlük tanımayan, aksine ölümün soğuk gölgesini reva gören bir anlayış, demokratlığın en aslî şartlarını hiçe saymış olmuyor mu? “Demokratlık” üzerine kurulan amaçlar ile faklı düşünen Kürtlere karşı kullanılan araçları birbirleriyle bağdaştırmak mümkün mü?

Öyle anlaşılıyor ki, şiddetin mantığı, ilân edilen amaçların önüne geçmiş, üstüne çıkmış. Zira şiddet, doğası gereği, tek sesliliği teşvik eder. Başka bir deyişle, şiddet siyasal mücadelenin temel direği olarak kullanıldıkça, hep birilerini “düşman“ veya “hain“ olarak sınıflandırmaya ayarlanmış bir zihniyet üretir. Bu mantık açısından, düşman veya hain sayılanların sindirilmesi ve gerektiğinde imhası, gayet “meşru”dur. Böylece, araç (şiddet), artık kendi değerlerini (tektiplilik) yaratmış ve hâkim kılmış olur. Amaç (demokratiklik) ise, kolayca harcanabilen bozuk paraya dönüşür. Bu durumdan, sadece “kötülük” çıkabilir; hem araç - amaç ilişkisini bu şekilde ters yüz eden hareket/örgüt, hem de tüm toplum için.

Bu son tehditler, “kötülüğün özel bir biçimi”ni de içeriyor. Sevgili kardeşim Muhsin Kızılkaya‘nın, bu tehditlerden sonra verdiği röportajların her satırında bu “kötülüğün” bir tasviri yatıyor. Susan Neiman, Modern Düşüncede Kötülük adlı şahane kitabında, bu kötülük türünü şöyle tanımlıyor: “Kendimize içinde yön bulmak zorunda olduğumuz dünyaya olan güvenimizin sarsılması!“

Hayatlarını Kürtçe üzerine kurmuş sevgili dostlarım Şivan ve Rojin‘in de, aynı kötülüğü iliklerine kadar hissettiklerini biliyorum. Şüphesiz Orhan Miroğlu, Mehmet Metiner ve isimlerini sayamadığım diğerleri de bu “kötülüğün” ıstırabını yaşıyorlar.

Sonuçta “hainlik” ithamı ve “susturulma” tehdidi, sadece isimleri açıkça zikredilen kişilerin değil, “demokratlık”la ilgili kaygısı olan herkesin meselesidir. Bu tehditlerin kapsama alanı da, potansiyel olarak sınırsızdır. Herkes, bir gün “hain” olabilir; herkes bir gün susma tehdidiyle karşılaşabilir.

Amaçları, araçların kötülüğünden korumak lazım! Zira iyi şeylere “kötülük”le ulaşılamaz!