Son haftalarda ortaya saçılanlar halkın yalnız maddi ve manevi değerlerini erozyona uğratmakla kalmamış aynı zamanda ruh sağlığını da ciddi biçimde tehdit altına almıştır. Bunlarla yetinilmemiş, aynı ev işyeri telefonlarının ya da mektuplaşmaların yasaklanması gibi sosyal iletişim ağı twitter’a erişim engellenmiştir. Diğerleri de sırada.

Hukuk devleti olmayı becerememiş sistemi kaotik müdahalelerle bir hilkat garibesine dönüştüren iktidarın kimyasının çok fazla bozulduğu söylenebilir. Fakat bu bozulmanın ceremesini halk çekmek zorunda değil. Bozulmuşsa ya kabine olarak topluca istifa edersiniz, kendi parti meclisinizden yeni başbakan ile birlikte yeni kabineyi çıkartarak güvenoyuna sunarsınız yada bir an önce erken seçime gidersiniz.

Böyle bir atmosferde istediğiniz kadar pozitif hukukun uygulanamayışından yakının yada hukuk felsefesi ve erdeminden bahsedin hepsi lafügüzafdır. Öyle ki bu iklimlere ayak uydur(a)mayan, siyasal düşüncesi ne olursa olsun ilke sahibi tüm hukukçuların akıl ve ruh sağlıklarını çoktan yitirmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bir toplumun değerler sistemi bu kadar aleni biçimde çökerken o düzenin hukuku özgürlükçü olsa dahi ne anlam ifade eder ki uygulaması mümkün değilken. Yokuş aşağı freni patlamış bir kamyon gibi sürüklenen ilkeden yoksun, çifte standartlı, siyasi ve maddi ranta dayalı bu hukuk ve yargı pratiğinin Türkiye’de örnekleri azdır. O örneklerin vardıkları nihai manzara, toplu kıyım ve katliamların olduğu 1930’lar Türkiye’sidir.

Belki farkına varılmamıştır. Gelinen aşama aynen afet dönemlerine benzer biçimde kriz masalarının oluşturulup anayasal tebdirlerin alınması eşiğidir! Nasıl mı? Aynen şöyle: Nasıl ki yoğun sel felaketi, ölümcül bulaşıcı hastalık salgını, savaş yada yıkıcı bir deprem karşısında acil eylem planlarına gerek duyuluyorsa benzer şekilde halkı bir arada tutan değerler sisteminin altüst olmuş olmasından dolayı güvenlik ve huzur birinci dereceden risk altındadır.

Medeni ülke anayasaları gibi mevcut darbe anayasamızda dahi bu gibi felaketlerin yarattığı yıkımlarda zararların onarılması ve bir daha yaşanmaması için acil önlemlerin alınması öngörülmüştür. Kabine de değişse erken seçime de gidilse askeri sıkıyönetim metodlarına başvurulmadan bu acil kriz önlemlerinin alınması hayati görünmektedir. Yoksa Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Müslüman, Hıristiyan, Alevi, Musevi, dinsiz, ayrımsız tüm ülke bu yaşanan çirkinliklere maruz kalarak aşağılanmaya devam edecekler.

Ülke ile sınırlı kalmayacağa benzeyen bu gidişat tüm dünyada yaşatılmak istenen değerlerin üzerine bir katil yosun gibi uzayıp gitmek isteyeceğinden dış müdahaleye daha da açık bir ortam ve farklı yaptırımlara “dayanak” oluşturacaktır. Şimdiden “derin endişeler ve kaygılar” tüm dünyadan gelmeye başladı. Çünkü hukuk tanımazlık yalnız kendi sistemini çürütmez parçası olduğu evrensel yapıyı da tehdit altına sokmaktadır. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası sularda terk edilmiş bir petrol rafinerisi üzerinde kurulmuş yada ilan edilmiş ve kendi kendini tanıyan bir devlet değildir. Her ne kadar başbakan dahil kabinesi kendisini terk edilmiş bir rafineride devleti yönetme arzusundalarsa da maalesef bu rüyanın bir acı sonu var. Bu rüyada “bir şey” olanlar, Erdoğan’a sıkı sıkıya kenetlenerek her yapıp ettiğine bir mana yüklemeye çalışıp bir de üstünü milli irade ile çerçeveleyerek krizi derinleştirdikçe derinleştiriyorlar.

Bu grup sürekli çevrelerine olan biteni Ak partiye oy vermeyenlerin kronik rahatsızlığı yada yeminli Ak Parti düşmanlarının tanıdık şikayetleri olduğuna inandırmakla görevliler. Ve etraflarındaki her gelişmeyi bu pencereden değerlendirirler. Aynen Ergenekon soruşturmasının ilk zamanlarında davayı dava gibi ele almayıp siyasi bir rövanşa dönüştürmüş oldukları gibi. Şimdi de yeni siyasi ortakları Ergenekoncularla birlikte üç beş dosya bilgisi ile var olan davanın içini boşaltmak için “hukuki makaleler” döşenmekteler. Halbuki kol kola yoldaşlık yapacaklarını sandıkları yeni müttefikleri dahi bu kadar oportünizme ve sefalete yüz buruşturuyordur.

Başbakanın kendisine oy vermeyenin hukukunu fazla önemsemediği malumumuz. Fakat kendisini 3 dönem kararlıca desteklemiş seçmenine az da olsa bir sorumluluk yada empati duyabileceği saf düşüncemizle Abdullah Amca ile Emine Hanımın yakınmalarından bir kısmına yer vermeyi düşündüm. Belki dikkate alınır:

“Ailem ve çevremle birlikte, bizim gibi insanları onlarca yıldır dışlayan ve bunu her daim yönetim karekteristiği yapan askeri ve vesayetçi yönetimlerin son bulması için her dönem büyük bir sadakatle Ak Partiye ve Erdoğan’a oy verdik. Belki bu dönem yine çaresizlikten oy vereceğim. Ama başbakan ve yakın çevresi şu yakın zamanda her çıkan iddiaya, ses kaydına montaj, kumpas diyerek sanki bizim milli iradeyi kendi çıkarları için kullanıyor gibi. Bizim çevremizde bal tutan parmak yalar derler. Hatta bunu yapmayanı adam yerine koymazlar. Ama herkes böyle düşünmüyor. 17 Aralık soruşturmasından sonra yine eskiye döndük. Nerde kaldı sivil anayasa ve yönetim. Düşmanımın düşmanı dostumdur şiarı ile ülke yönetilir mi? Ergenekoncuların montaj, kumpas korosuna adamlarıyla birlikte katıldılar.

Memleketin acil çözüm bekleyen Kürt meselesi ile ilgili cesur adım attı, ölümler durdu. Kaç zamandır genç bedenler toprağa düşmüyor. Düşmüyor da bu iş bitti mi? Halen çatışma riski var ve kalıcı çözüm bulunmuş değil! Bize darbe yapıyorlar dedi oy verdik. Şimdi onları kahraman yaptı. Kaos dedi oy verdik. Şimdi kaosun en alasını çıkartmak için fırsat kolluyor. Az cesareti olsa Kırım için Rusya’ya savaş açacak. Allah doğru yoldan kimseyi şaşırtmasın”