Bir yılı aşkın zamandır Türkiye’nin olaylar karşısındaki durumunu özetlersek “kalecinin penaltı anındaki endişesi” tanımlaması sanırım yerinde olacaktır. Ünlü Alman yazar Peter Handke’nin “dil ve dünya arasındaki boşluğu” anlattığı ve çağdaş insanın ilişki ya da ilişkisizliğinin yarattığı boşluğun özgürleştirici ama aynı zamanda öldürücü niteliğinin irdelendiği yapıtın adıdır “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”

Türkiye büyük bir hızla şiddet girdabına çığlık çığlığa sürüklenirken başkanlık konusunun masada daha bir ciddiyetle yer bulması sanırım ülkedeki en sıradan vatandaşın bile endişelerini arttırmaktadır. Ülkenin yarısında sürdürülen operasyonlar ve çatışmalar, şehirlere konulan dışarı çıkma yasakları, hendekler, barikatlar, yerde kalan cenazeler… Boşluk ve hiçlik…

Handke’nin bu kısa hikayesi sanmayın ki siyasi konuları ele alıyor, tam tersine sıradan bir insan olan Bloch’un kendinden kaçışı ve hep kendini buluşu üzerine kurulu kısa bir kesiti anlatıyor. Ama hikayenin adı çok şey anlatıyor! Sahi bir kaleci penaltı anında ne hisseder, temel endişesi ne olabilir? Bir kalecinin penaltı anındaki endişesiyle Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun benzerliği var mıdır?

Kaleci; penaltı anında temel iki ruh hali içinde olabilir: bunların birincisi, golü kurtarabilir miyim kurtaramaz mıyım endişesidir. İkincisi ise, golü yiyecek miyim yemeyecek miyim bencilliğidir. Golü kurtarmak ile golü yemek arasındaki ilk fark; kazanmak veya kaybetmek sonucunu doğurur. İkinci fark ise bireysel olanla toplumsal olan arasındaki pozitif/negatif bakış açısı ve değer farkını doğurur.

Şu an Türkiye tam da bu ruh karmaşası içerisinde debelenmekte. Penaltı noktasında top duruyor. Golü yemek de var kurtarmak da ters köşeye yatmak da… Fakat deneyimli / akıllı kaleciler rakiplerini tanırlar, hamlelerini bilirler, topun nereye atılabileceğine dair bazı belirlemeleri önceden vardır. Ayrıca oyuncunun hareketlerinden topun nereye atılacağını kestirebilirler. Anlayacağınız kolay kolay ters köşeye yatmazlar.

Görünen o ki, anlaşılır olan bu şıklar dışında Türkiye başka bir endişeyle hareket ediyor. Kaleci, penaltı yapan oyuncuya saldırıyor ve saha karışıyor. Ya da “Bu penaltı haksızlık, ey hakem biz sana güvendik, ama güvenimizi istismar ettin!” havasında tartışarak, ortalığı kızıştırarak oyunu soğutuyor. Buradan da sonuç çıkmıyor, çıkmaz.

Kazanmak veya kaybetmek yaşamın doğasında bulunan bir durum. Bir kaleci için nasıl kazanılacağından ziyade nasıl kaybedilmeyeceği daha önemlidir. O kazanmanın değil, kaybetmenin müsebbibidir. Bu açıdan bakıldığında iktidar şu an kazanma halinden uzak bir portre çiziyor, daha çok kaybetmeme üzerine bir denklemi oturtmaya çalışıyor. Ve kendi kazanç ya da kaybını ülkenin penaltı anı olarak görüyor.

Türkiye sahaya hazırlıksız çıkan kaleci gibi davranıyor. Sahanın zeminini kontrol etmeyen kaleci, maç başlayınca kıyafetlerinin uygun olmadığını görüyor, ama maç başlamıştır. Maç bitsin de öyle bakarız deme lüksü yoktur. Türkiye şu an Kürt sorununda maça zemini bilmeyen kaleci gibi çıkmış, “Silahlar sussun, hele teslim olsunlar, hele Türkiyelileşsinler…” gibi yaklaşımlar göstererek üstesinden gelmeye çalışıyor. Belirgin bir Kürt sorunu çözme projesi var mı, çözüm önerisi ne?

Oysa iktidarın artık doğru yeri alması ve olayı daha iyi okuması gerekir. “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”nden daha ciddi ve riskli bir coğrafyada yaşadığımızın bilinciyle hareket ederek akılcı, bütünleştirici ve barışçı politikalara yönelmesinde fayda vardır. Ortak değer yargıları aşınmaya başlayan ve birbirinden kopan bir topluma doğru hızla kayıyoruz. Yoksa yarınlarda bu kalede çok gol görürüz gibime geliyor, benden söylemesi!