Yetmiş yaşında ak saçlı, ak sakallı bir erkek, bahçede hüngür hüngür ağlıyor.

Koluna girdim. Çalışma odama götürmeye ikna amacıyla bir şeyler söyledim fısıltıyla. Karşı koymadan, ayağa kalktı, hep ağlıyordu, sakin ve aynı tonda. İçeri girip oturduk. Nereden başlayacağımı bilememenin stresi altında yanlış bir şeyler yaparım korkusu. Devamı, ‘eli bağlı’ demiş bir çocuğun oyun ortasında ne yapacağına karar vermek için zaman kazanma oyalanmaları.

Bazı olaylar karşısında, şaşırdığımızda elimiz ayağımız birbirine dolanır ya… İlk kararım: ’ben bu durumlarda ne kadar yetersizim’ demek oldu. Gerçekten bir yetersizlik mi? Belki de. Bu gibi durumda hemencecik karar vermek bizi yanıltabilir. Benim yaptığım da buydu aslında.

Durumu kısa sürede anlayamazsam oturup ben de ağlayacağım.

Bir çocuk olsa ağlayan, topunun patladığını düşünürdüm en çok. Belki de bir zorbalığa maruz kalmıştır. Ya da annesini özlemiş olabilirdi, okul öncesi öğrencisi yani. Oysa on çocuk ömrü yaşamış ihtiyara ‘neden ağlıyorsun’ diyemezdim ki. Nasıl başlayacağıma, ne soracağıma, hangi sorudan… Adam dakikalardır ağlıyordu. Odada oturmuşuz. En iyisi birlikte ağlamak mı ne. Başka çıkar yol yok. Gözlerim dolu dolu.

Kapı çalınıyor. Odaya giren çalışma arkadaşım, kulağıma eğilerek: “Aziz amcanın annesi vefat etmiş.” Diyor.

Çocukluğumun geçtiği köyde, değirmen deresi kocaman bir soğuk su barajıydı o saniyelerde. Üzerime üzerime geliyordu. Gökten kaç bin kilovat elektrik birikebiliyorsa birikmiş bir buluta, bu anı bekliyor. Katran gecede akıllara ziyan bir parıltı, sonra bir gümbürtü ki, gümbürtü demeyle tarif edilmez, parıltıyı bildiğimiz ışıklarla tarif, mümkün değil. Kaynıyor sular şimşekten. Soğuk sudan korkan körpe bedene, şimdi kaynar su. Gümbürtüyle birlikte yutmaya doyamayacak dev, önüne katıyor dünyamı. Güneş sönmüş artık, biliyorum bir daha doğmayacağını. Duygularım, kıyamet tasvirlerini söktürüp attırılmakta kutsal kitaplardan.

Sevdiklerimizin kaç yaşında olduğuna bakmaksızın her yaşlarında severiz de, şu ölümlü dünyada kaç yaşında ölmelerini hoş karşılayacağımıza karar vermek bir yana, ölmelerini kabullenememek…

Sevdiklerinin ölümüne üzülür insanlar ve de bildiğimiz birçok hayvan. Ölüm gibi duyguların derinlerine daldığımızda, erken öldüklerine mi, bizden erken öldüklerine mi üzülüyoruz, çözmek zor.

Herkese ama herkese, “ölecekseniz, benden sonra ölün” deme lüksümüz olsaydı bu bencilliği kaç kişi kullanırdı bilemeyiz. Ölümün, dünyanın sonunda insanları eşitlemesi kadar adaletli bir son yok. Ölüm dünyanın sonu. O sona doğru giderken, büyüklerimizden duyduğumuz ”elden ayaktan düşmeden” kavuşmayı ne çok isteyen vardır bir bilsek.

Çocukların ölümüne ayrı, gençlerin ölümüne ayrı, yaşlıların ölümüne ayrı gerekçelerle üzülür görünsek de sebepleri hiç önemli değildir aslında. Ortada bir yitim olması yeterli sebeptir. Ölünün yakınları değilseniz ağlayanların ağlamalarına çeşitli sebepler uydurursunuz. Bizse bütün her şeyden ağladığımıza eminiz. Annemiz ölmüştür, öksüz kalmışızdır her yaşta. Altmışında bir öksüz, yetmişinde bir yetimiz, beş yaşında kimsesiz bir çocuk kadar yapayalnız.

Sevgilimizdir giden belki de. Ansızın. Ne hayallerimiz vardır, gelecek günlerde. Gelmesini özlemle, sabırsızlıkla beklediğimiz.

Hiç beklemediğimiz ve hiç gelmesin istediğimiz, apansız geliverir. Ölüm. Üzgünüz, ölgünüz, ağlarız. Niçin ağladığımıza karar vermeden. Bir de karar mı verseydik!

Bilmezler beynimizde dönüp dolaşan hayali hayatları. Kimi yaşanmışlıkları hatırlar, kimi yaşanası hayalleri yakıştırırız sevdiklerimize. Birlikte yaşanılan güzel günler, sevdiklerimizin ardından ağlamamızı engelleyemiyor. Güzelin daha güzelini yaşayacağına olan inancımızı pekiştiririz, ağlamamızın şiddetine oranla.

Yaşının ne olduğunu unutsak bile, doksanlık babamızın hep başucumuzda olmasını istememiz, bencilliğimizden midir acep? Yaşasaydı hangi şartlarda yaşayacağını ne de rahat göz ardı ederiz. Ağrılarını, sızılarını hissedemediğimizden; hissedemediği anlamı çıkarırız muhakkak. Alışkanlıklarını, hayallerini ve geçmişini bir daha yaşayamayacağını bilmenin ızdırabı, günden güne kemirirken beynini... Kimi yaşlı, kimi yatalak, kimi kronik…

Yaşamın, özlemlerini giderebilmeyle eşdeğer olabileceğini nasıl da unuturuz. Bazen bir akarsuyun serinliğini çıplak ayaklarında duyumsamak bile olabiliyor hasretlik. Ya da bir dosta yardımsız ve minnetsiz gidebilmektir. Gidemiyorsa, ölümü yakıştırmak mantık işiyse de mantıksızlığımıza sarınır üzülürüz.

Sadece bunlar mı? Elbette değil. Kaç yaşında olursa olsun, annelerin ağlamamasıdır, en kapsamlı mutlu son. Nerede ve hangi savaşta olursa olsun, hiçbir gencin ölümü haklı gerekçelere büründürülemez. Hiçbir savaş, birilerinin saltanat sürmesi için “kaçınılmaz” özelliği taşıyamaz. Savaş, gülmece olsa bile “savaş sanatı” diye anılamaz. İnsanları galeyana getirip ölüm alanlarına sürmek, suçların en ağırı olarak hukukta yerini almalı. İnsanlığın bu temel sorununun ütopik görünmesi hepimizin kandırılmış olmasındandır.

Kaç yaşında ölmeli dedik, kaç yaşında ölünmemesi gerektiği gerçeğine vardık sanırım. Doğru olan da budur.