Bülent Erkmen’in sergisini geziyorum Teşvikiye’de, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde.
Sevgili Bülent’in yaratıcılığı, en ufak ayrıntıyı kaçırmayan kuyumcu titizliği...
Bu izleri ben de yıllar öncesinden biliyorum, 1980’lerin başından.
Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olmuştum. Bülent Erkmen’le kolları sıvayıp Cumhuriyet’in grafik düzenini, bizim mesleğin o zamanki deyişiyle mizanpajını değiştirmeye koyulmuş, yani devrim gibi bir işe soyunmuştuk.
Gazete bir yandan tipodan ofsete geçiyor, aynı zamanda görüntüsü yenileniyordu.
Gençtik, iddialarımız vardı.
Bülent’in en ufak bir çizgi yanlışını, hurufat değişikliğini bile affetmeyen, atlamayan o titizliği bazen gazeteci milletini çıldırtırdı. Ama ben onun iyi iş yaptığına inanmıştım bir kere...
O günü unutmam.
Bülent’in nihayet getirdiği kartona yapıştırılmış yeni Cumhuriyet sayfalarını Nadir Nadi’nin önüne ilk kez koyarken tedirgindim. Cumhuriyet’in yüzyıllık logosunu bile rötuşlamıştı Bülent Erkmen.
Başyazarımızın birden yumuşayan yüz çizgilerinden, hafifçe gülümsemesinden anlaşılmıştı onayın geldiği...
Her şey yine siyah beyazdı, yalındı. Ama sadeliğin içinden kendini belli eden bir hareket, bir dinamizm vardı sayfalarda, Bülent damgasını vurmuştu yine... 
Heyecanlı, keyifli bir dönemdi.
Otuz küsur yıl geçmiş.
Günümüzde grafik sanatının büyük bir ustası Bülent Erkmen. “Grafik alanında yapmak isteyip de yapamadığın bir yenilik var mı?” sorusuna her zamanki mahcubiyetiyle verdiği yanıt şöyle:
“Evet. Tabii, hem de çok var. Bu durum üstümde ‘daha hiçbir şey yapmadım hali yaratıyor. ‘Tatmin’ sorunu ve hatta ‘yetersizlik’ duygusu yaratıyor.”
N’apalım, bazı insanlar için hayat böyle sevgili Bülent.
Hain olabiliyor hayat!
Bu benim değil, Virginia Woolf’un bir cümlesi.
Yıllar önceydi
Ege’de, Santorini adasındaydık.
Her şeyin uçurumun kenarında olduğu o güzel ada. Üstelik bir değil, iki yanı da uçurum, kayalık.
Cafe Galini’yi anımsıyorum.
Uçurumun kenarında, kayalığa sığınmış bir hali var. Üflesen, aşağı yuvarlanacak gibi iğreti duruyor.
Buzlu uzo! Ve buzukinin sesi...
Litany çalıyor.
Güneş, ağustos göğü ve masmavi deniz... Arada, ansızın şiddetli bir rüzgâr üfürüyor. Tuhaf bir inleme, uçurumdan aşağı denize doğru uğuldayıp kayboluveriyor.
Virginia Woolf’un güncesini okuyordum:
“Neden hayat böyle trajik: neden böylesine bir uçurumun üzerindeki daracık bir kaldırım gibi? Aşağı bakıyorum, başım dönüyor; sonuna kadar nasıl yürüyeceğim, bilemiyorum.”
Herkes yola sonuna kadar yürümek için çıkar. Yarı yolda bırakmak istemez. Bazen de havlu atılır. Umudunu kaybedersin hayata karşı.
“Lady Carlisle öldü. Ne ümitlerle ve yeteneklerle hayata başladı ve her şeyini kaybetti diyorlar. Uyku hastalığından ölmüş, beş oğlunun da ölümünü gördü ve savaş yüzünden insanlığa olan bütün ümidini kaybetti.”
Ne hain oluyor hayat!
Virginia Woolf’un cümlesi. Mrs. Dalloway isimli romanını okurken altını çizdim. Savaş yüzünden beş oğlunun ölümünü gören anne için hayat hain olmaz da ne olur?..
Ama ille de hain değil. Parmaklarınız arasından hızla kayıp gitmesine izin vermeyin hayatın. Arada bir de olsa sımsıkı yakalayın, bırakmayın ki, hayatın güzel yüzü gülebilsin.
Güncesine not düşmüş Virginia Woolf, “Rezalet, rezalet! Bunca zamanın akıp gitmesine izin vermek!“ diye...
Nasıl engelleyeceksin ki?
Belki bir şeyler yaparak...
“Asıl hayat, yazmaktır!”
Ama Woolf gibi yazabilirsen...
‘Derin duygular’la...
“İnsan yazarken derin duygulardan yola çıkmalı, der Dostoyevski. Peki ben çıkıyor muyum? Yoksa kelimelerle bir şeyler mi uyduruyorum, o kadar çok sevdiğim kelimelerle? Hayır, sanmıyorum. Bu kitapta neredeyse çok fazla düşünce var. Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum; toplum düzenini eleştirmek istiyorum.”
Litany’yi dinliyorum.
Bu buzukinin sesi...
İçimdeki hüznü besliyor, büyütüyor.
İyi pazarlar!