Varlığına inanılan ve itaat edilen bütün tanrılar, insan duygu, düşünce ve dünyasının tasarımlarıdır. Bu yüzden tanrıyı veya tanrıları içinde yaşadığımız dünyanın gerçekleri arasında bulmamız imkansızdır. Aklımızın, düşüncemizin bütün tasarımları, tanrı konusunda ancak imgesel (hayali) bir dünyada geçerlidir. Bir maddi varlık olan beynimizin yaratmış olduğu bu imgesel dünya elle tutulur, gözle görülür türden değildir. İnsan beyni böyle bir dünyayı tasarlayabilir ancak, imgeleyebilir. İnsan bu imgesel dünyanın yarattığı değil, aksine onun doğrudan doğruya yaratıcısıdır. Yani insan aklının yaratmış olduğu bir tanrı dış dünyada nasıl yoksa, insanın varlığını tasarlamış olduğu melekler, şeytanlar, cinler, periler de yoktur.

Şimdi kendimize bazı sorular sorarak, aklın, bilimin ışığında bu konuyu biraz derinleştirmeye çalışalım:

Tanrı zorunlu olarak varsa, onu bu zorunluluğa iten güç nedir? Bütün evrene yaygın bir zorunluluk, bir yandan tanrıyı, öbür yandan evreni mi yaratmıştır? Tanrı varsa, onu bu durumda, evrenin içinde nasıl tasarlayıp nereye yerleştireceğiz? Yok eğer evrenden bağımsız olarak, evren dışında bir varlıksa, o zaman evrenin dışına onu nereye yerleştireceğiz? Dahası, evrenin dışı ne demektir ? Bütün din kitaplarında söylenir; Tanrı en büyüktür, en yücedir. Tanrı en büyükse, en yüce ise evren daha küçük olmuyor mu o zaman? Kısacası her iki önerme de tanrının varlığına aykırıdır. Bu durumda tanrının varlığı kavramıyla evrenin varlığı birbiriyle tümden çelişmelidir.

Tanrı düşüncesinin kaynağı insan beynidir.

Evrenin açılıp yayılımı, yani doğanın her yanındaki üretici kapsamı, varlığın evrendeki işgal ettiği uçsuz bucaksız yeri ve bütün varlıklar arasındaki doğal görünen dengenin varlığı; tasarım ve düşünceler tanrı diye nitelendirilir. Oysa dışarıda nesnel olarak belirli bir varlığı olmayan tanrı, kısaca insan düşüncesinde ve ancak öznel olarak kavranılan bu tanrı imgesi, tanrı olarak yer alır. Gerçekte var olan bir varlık (tanrı) değil, düşünsel bir varlık olan insanın önce tasarlayıp imgelediği (hayali olarak var ettiği), sonra da kendi kendine onaylamış olduğu düşsel bir tanrıdır. Tıpkı ilkel çağlardaki gibi düşsel olarak yaratılan tanrılar gibi...

Doğadaki varlıklar bilinmek ve yaratılmak istendiği için tanrı tarafından yaratılmış değildir. Özünde doğada var olan bu uçsuz bucaksız varlık, onun açılıp yayılımı, gelişimiyle insan zihninde bir tanrı düşüncesinin nedeni olmuştur. Kutsal metinlerin ve peygamberler aracılığıyla onların varlığını bize onaylatmaya çalıştığı tanrı, insanlar için bir huzur ve mutluluk değil, gerçekte acılar kaynağı olmuştur. Yoksulların acı çekmesini, eğilmesini, bulduğuyla yetinmesini öğütler. Yoksulun daha yoksul, varlıklının daha varlıklı olmasına ses çıkarmaz. Yoksulun aşından aldırır, varlıklıya verdirir. Bu durumda tanrı var olan bir şey değil, var olması istenilen bir şeydir. O, insan düşüncesinin isteğidir. İnsanın tanrıya istekli düşüncesidir.

İnsan tasarımları, düşünceleriyle süslenip taçlandırılan bir tanrı gerçekte var olsaydı, yer yüzündeki bunca eşitsizlikler, dengesizlikler, adaletsizler olur muydu ? Artarak devam eder miydi? Tasarımlarımızda evrilip çevrilen, kurulup düşünülen, sonra da inanılan tanrı, dışarıda varlığı gerçekleşmesi istenilen tanrı mıdır? İnsan algılarıyla nesnel olarak, milyonlarca yıldan beri varlığına ulaşamadığı tanrıyı, belirsizliği, görülmezliğiyle kanıtlamaya çalışmak doğa ötesi bir düşünceden öteye geçmez.

Kutsal metinlerin anlatmış olduğu tanrısal ilhamlar yeryüzüne mutluluğu değil umutsuzluğu, korkuyu, kırımı, yıkımı getirmiştir. Birleşmiş Milletlerce yayımlanan Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu adlı raporun son sayısına göre 2019 yılında dünyada açlık çeken insan sayısı 690 milyona ulaşmıştır. Bu da, 2018 yılıyla kıyaslandığında açlık çeken insan sayısının 10 milyon, önceki 5 yıla oranı ise 60 milyon arttığını göstermektedir... Bir tanrı var olsaydı, yeryüzü böyle olmayacağı gibi, her bakımdan kanıtlanabilen varlık olarak her yerde O'nu bulacaktık. O insanın düşüncelerinde, tasarımlarındadır. Birbirimize sorduğumuz gibi imgesel olarak yarattığımız tanrıya bir şey soramayız. Ne olursa olsun, birbirini izleyen sayısız soruların ardında koskoca bir sessizlik yatar! Kısacası, bizi çepçevre kuşatan bu sonsuz varlığa ister tanrı, ister doğa ne dersek diyelim, bir sıfat tanımına varılır. Bu varlık, durmadan insan tarafından ortaya çıkarılıyor. Öyle olunca da tek gerçek varlıktır, yokluk ise hiçbir şeydir. Yokluk ancak varlığın karşıtı olarak düşüncede vardır. Akıl gücünde imgesel olarak var olan şeyler gerçekte var olmayabilir. Dolayısıyla tasarılarımız her zaman bizim gerçeklerimiz olamaz.

Düşünsel olarak insan tanrıyı kendi istek ve düşüncelerine karşılık veren, kendine ''şah damarından daha yakın'' varlık diye düşündü. Böyle bir tanrının doğada da olması gerekir diye tasarımladı. Esasen bu dinsel inançların tanrı düşüncesine aykırıdır. Çünkü doğa dışına yerleştirilen bir tanrı büsbütün insandan uzak, onun acı ve sevinçlerine yanıt vermeyen, yalnız kendi kendine yeten bir tanrı kavramı da tümden insana aykırıdır. İlkel dinlerin tarihini incelediğimizde de bu gerçek ortaya çıkıyor. İnsan ilkel dönemden beri kendi isteklerine karşılık veren bir tanrıyı milyonlarca yıl boşuna arayıp durdu. Özetle dinler yoluyla tanrının ya da tanrıların varlığına inanmak durumunda kalan insan, aradığını bulamayınca çöküntüye uğrayıp bunalıma düştü. İnsanın tanrılar uğruna dökmüş olduğu bunca gözyaşı, yalvarıp yakarmalar, adaklar... Tapınaklar kurup tapınmalar... Hiçbir şey tanrının varlığını ortaya koymaya yetmedi.

Bir yaratma, yaratış varsa, sormak gerekir ki, tanrı evreni yaratmadan evvel nerede bulunuyordu? Dahası var; Evrenin, varlıkların yaratılışı gibi görkemli bir olay yüzyıllardan beri biz fanilere (düşünen varlıklara) neden detaylı ve inandırıcı şekilde açıklanmıyor? Dinsel metinlere göre, evren yaratılmadan önce tanrıdan başka hiçbir şey yokmuş. Şimdi durup düşünmek lazım; Bu yaratma işlevi nasıl olmuştur? Tevrat'a, İncil'e ve Kuran'a göre tanrı kainatı altı günde yaratmış, yedinci gün ayaklarını uzatıp dinlenmeye geçmiştir. Bu dinlenme günü Tevrat'a göre Cumartesi, İncil'e göre Pazar, Kuran'a göre ise Cuma günüdür. O yüzden Musevilere göre hafta sonu tatili Cumartesi, Hıristiyanlara göre Pazar, İslam inancına göre ise Cuma günüdür...

Varlığı konusunda kesin olarak hiçbir şey bilmediğimiz tanrıları yaratan biz insanlarız. İnsan düşüncesi... Örneğin hangi hayvanın tanrısı var? Düşünce olmasaydı, hiçbir zaman tanrı kavramı da olmayacaktı. İnsan tasarlamış olduğu tanrıya umutlarını bağlar. Ancak tasarı her zaman insanı gerçeğe götüren yol olamaz. Milyonlarca yıl hiçbir zaman tanrıdan bir ses (haber) gelmemiştir. Dinlerin tanrı tasarımları insanların ihtiyaçlarını yumuşatmak için ortaya atılmış birer avuntu argümanlarından başka bir şey değildir.

Tanrı bir yere çekilerek insanların günahlarını saptayan, onları gözetleyen, acılarına, sevinçlerine katılan bir varlık değildir. O ne bir eğitimci, ne de yaraları, hastalıkları iyileştiricidir. Olsa olsa tanrı sonsuz varlığın kendisidir ve biz düşünceli insanlar onu durmadan kişileştirmekteyiz.

Tanrı bir düşüncedir. Varlığın özüyle ilgili bir düşünce. Varlık, varlığın özü yapısında düşünceyi de taşır. Düşünceyse varlığın özüne uygun olarak kendi kendini analiz eder. Böylece kendi yörüngesi çerçevesinde oluşumunu arar düşünce. İşte burada tanrı kavramına ulaşılır. Varlığın özüyle, öze ilişkin düşünce birbirini bütünler. Tanrı kavramı işte burada belirir. Varlık, düşünce ve tanrı kavramı özdeş kavramlardır. Birincisi (varlık) olmadan ötekileri olamaz.

Doğanın yapısı gereği, evrende her şey kendisinin bilincini taşır. Yalnız insan, düşünsel bilinciyle varlığın tanığı durumuna geçer. Başka bir deyişle, varlığın kanıtsal tanığı insandır. Biz insanlar birey olarak her birimiz evrensel etkinliğin ürünüyüz. Tanrı bilirler, tanrı savunucuları işte bu evrensel etkinliği tanrı diye kişileştirirler. Tanrısallığın var olması için, önce tanrının var olması gerekir. Yani tanrı olmadan tanrısallık diye bir şey olamaz. Tıpkı insan yoksa, insanımsı davranışın olmayacağı gibi.

Kutsal kitaplar, din adamları, bu konunun düşün insanları ve tanrı bilirler tanrıyı insanlara yanlış tanıttılar dersek yanılmamış oluruz. Zira ''Tanrı kişilerin yiyeceğini verir, soğuktan, tehlikelerden korur'' dediler. Oysa yüz milyonlarca insan açlıktan ölüyor...

Doğanın kıyıcı yıkımları, yaşamın ölümle sonuçlanıyor oluşu, ardı arkası kesilmeyen kara kıyımlar, ölüm korkusunun insanı alt üst eden ürkütücülüğü... tanrı düşüncesine yol açmış, böylece avuntu sığınağı olarak dinler ortaya çıkmış, en sonunda insan tanrıyı tasarlayıp ona sığınmıştır. Önceleri ''tanrı, suçluların cezasını bu dünyada verir'' dediler. Evdeki hesap çarşıya uymayınca, bu kez dinsel çevreler suçların cezasını bu dünyadan, ne istediği belirsiz, görülmeyen, kanıtlamayan öte dünyaya göçürdüler.

İlkel çağlarda ve korkunun yaratmış olduğu korunma duygusu, insanlarda gizli bir güce sığınma eğilimini uyandırmış, sonra da onları Tanrı kavramını benimsemeye itmiştir. Büyücülük, üfürükçülük gibi uydurma şeyler korkunun ya da korunma duygusunun çocuğudur. Dağa, tepeye, ağaca, hayvana, yere, göğe, Ay'a, Güneş'e tanrı niteliği vermişler ve sığınmak istedikleri gücü yanı başında bularak mutlu ve güven içinde yaşadıklarına inanmışlardır.

İnsansız bir dünyada ne duygu, ne düşünce ve ne de din vardır. Tanrı insana göredir. Tanrı, tanrı kavramı insanın düşüncesindedir. İnsan bu kavramı benimseyecek ya da yadsıyacaktır. Benimsemekle yadsımak arasındaki çatışma şimdiye kadar olduğu gibi sürüp gidecektir, Ta ki, bugün dünyada devam eden sömürü toplumunun ortadan kaldırılıp, insanlığın eşitlik ve özgürlük mücadelesinin zafere ulaşması sonucu, yani yeni insan, yeni, toplum, yeni dünya diye tarif edilen ve bayrağında herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar şiarının yazılı olduğu komünist topluma ulaşana kadar, tanrı kavramı insanlığın düşünce dünyasında yaşamını sürdürecektir.

Dinsel çevreler, yeryüzündeki olaylarla tanrıyı birbirine karıştırmak istemezler. Çünkü, tanrı kavramıyla yeryüzünde olup bitenler her gün, her an çatışma halindedir. Dolayısıyla gürül gürül akan hayatın sürekli değişim ve dönüşümlerini dini terim ve inanışlarla açıklamak olası değildir. Gerçekte ise ''din, her yerde ve her durumda, sürekli başkaları için çalışmayla, yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk kitleleri üzerinde manevi baskının bir türüdür. Sömürücülere karşı mücadelede sömürülen sınıfların acizliği, doğayla mücadelesinde tanrılara, şeytana, mucizeye ve benzeri şeylere inanca yol açtığı gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak öbür dünyada bir yaşam inancını üretir. Yaşamları boyunca çalışan ve sıkıntı çekenlere din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara ise, iyilik yapmayı öğretir. Böylece onlara tüm sömürücü varlıklarının oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve ilahi cennetmekan için uygun fiyata giriş kartı satar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az da olsa insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür.'' (V.İ.Lenin, Din Üzerine İnter yayınları sayfa 7, 8).

Tanrı bütün iyilik nitelikleri ile varlığı yaratmış ve her şeye gücü yetiyorsa (bütün din kitaplarında, kutsal metinlerde öyle diyor); insanlığın şimdiye kadar yaşadığı ve yaşayabileceği bütün kötülükler, kıyımlar yeryüzünde hala neden sürüp gidiyor? Tanrı bütün varlığı, bu arada insanı da yaratmışsa; insan bu acımasız, bu vurdumduymaz tanrının varlığına nasıl inanabilir? O'nu nasıl gönül rahatlığıyla kabullenebilir veya nasıl kavrayabilir ? Tanrı bütün olayları, yeryüzünde olup bitenleri görebiliyor, bilebiliyorsa, neden bütün dünyayı sarıp sarmalayan yakım ve yıkımlara, milyonlarca insanın aç kalmasına, evsiz barksız kalmasına, yoksulluk içinde sürünmesine göz yumup seyircilik ediyor? Büyüklüğüne, kendine inanmayan kullarını cehennem ateşinde yakacağını söyleyip (deyimimi bağışlayın) gözdağı veriyor ?

Oysa varlık, bütün evren sayısız bileşimler, kural ve yasalarla örülü rastlantılar alanıdır. Böyle bir evrende her şeye kadir bir tanrı değil, doğanın özünde var olan, her yana yaygın doğal güçlerin rastlantılı bağdaşımı egemen olmaktadır. Tanrıya kutsallığı bağışlayan sadece ve sadece insandır. Gerçekte ise ne tanrıdan, ne de onun kutsallığından söz edilebilir. İnsan bilincinin seviyesine, içinde bulunduğu sosyo-politik şartlara göre, insana öyle geldiği, çıkarına öyle uygun düştüğü için tanrılara sarılabilmiştir. Bir düşünmeli! İnsan yok iken Tanrılar var mıydı? İnsan düşünmeye başladıktan sonra bir tanrı, bir kutsal varlık yaratma histerisine tutuldu. Bir tek gücün varlığını onaylamak, yokluğunu söylemekten daha kolay, daha hoşnut edici geldi ona. Çünkü böyle bir girişim, çok insanın ''tembel'' eğilimine uygun düşer. Bir şeyi araştırmadan elde etmek daha kolayına gider çoklarının. İnsan, ne de olsa yaşamın yükünü, ağırlığını ''tembel'' girişimleriyle azaltmak istiyor. Yaşamın korkulu, ''aman bilmez'' yanlarını silmek istiyor.

Bildiğimiz bilmediğimiz doğa olaylarının temelinde evrensel yasaların kendisi vardır. İnsan, evrensel yasaları aklın ve bilimin yol göstericiliğinde irdeleyerek, onların ''gizemli'' yanlarını açıp yaydıkça, doğayı, evreni, insanı, evrende somut olarak var olan ancak henüz detaylı olarak tüm yönleriyle açığa çıkarılmamış olgular dahil, kısaca bütün varlığı daha kolaylıkla kavrayıp anlama mutluluğuna erişecektir.

Yararlanılan Kaynaklar :

1- Tanrılar Neyi Yarattı ? (Abdullah Rıza Ergüven, Berfin Yayınları)

2- Tanrı'nın Tarihi (Karen Amstrong, Pegasus Yayınları)

3- Dinler Tarihine Giriş ( Prof. Dr. Mehmet Aydın, Literatürk Academia Yayınları)

4- Tanrı Yanılgısı ( Richard Dawkins, Kuzey Yayınları )

5- Kutsal Kitapların Kaynakları 1-2-3 ( Turan Dursun, Kaynak Yayınları )

6- Din Bu 1-2-3 (Turan Dursun, Kaynak Yayınları)

7- Din Üzerine (V.İ.Lenin İnter Yayınları)

8- Sümerler'den İslam'a Kutsal Kitaplar ve Dinler ( Arif Tekin, Berfin Yayınları)