Son 14 yılın rekorlarını alt üst edilmek suretiyle, tüketicide yıllık %17.90 ve üreticide ise yıllık %32.13 şeklinde “coşmuş” enflasyon rakamlarıyla karşılaşılmasının ardından, TCMB “Merkez bankası fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edecektir” şeklinde uysal ve uyumlu bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu açıklama bariz bir faiz artış sinyali olarak yorumlandı. Buna rağmen dövizde ciddi bir düşüş gözlemlenmedi. Aynen TL mevduatındaki vergi oranının sıfırlanması ve benzeri tedbir ve önlemlerde olduğu gibi, sadece birkaç saatlik, anlık bir rahatlama ve yansıması oldu. Zira bizim aksimize, küresel piyasalar Türkiye’yi bir bütün halinde görüp değerlendirebiliyor. Tek adam rejiminin ve İslami otokrasinin ülkeye çizdiği istikametin farkındalar. Dolayısıyla, hazır kendi ülkelerinde de faiz oranları yükselirken ve ekonomi hızlanırken, başta Türkiye olmak üzere gelişmekte olan ülkelere yatırım yapıp risk almakta gayet isteksizler. Çünkü gelişmekte olan ülkeler artık pek de gelişmiyorlar. ABD’nin bile yıllık %4,2 oranında büyüdüğü bir dünyada, Türkiye’de en az birkaç dönemlik eksi büyümenin (küçülme ve resesyonun) görüleceği beklenirken, doğal olarak daha çok korumacı ve yerel politikalar hâkim hale geldi.

Her ne kadar damat bakan Berat Albayrak “Borç piyasamız ABD ve Avrupa. ABD elbette stratejik ortağımız, her şey düzelecek zamanla” gibisinden alttan alan ve yumuşak açıklamalar yaparak ülkenin üzerinde dolaşan kara bulutları dağıtmaya çabalıyorsa da, ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırım tehditleri her geçen gün artıyor ve farklı bir boyut kazanıyor. Şaka değil, ABD Putin’e yakın işadamlarına yönelik yaptırım ve tedbirleri uygulamaya koyduğunda, çok kısa bir zamanda Rusya’dan 300 milyar dolar kaçmıştı. Rusya sahip olduğu doğal kaynakları ve enerji yeterliliği sayesinde ayakta kalabildi ve istikrarını koruyabildi. Fakat ne yazık ki özellikle petrol ve doğal gaz noktasında son damlasına kadar Rusya ve İran gibi ülkelere bağımlı ve muhtaç bir ülke olan Türkiye’de bu tür olası yaptırımların etkileri çok daha ağır ve yıkıcı olur...

Albayrak’ın son günlerdeki bir başka açıklaması ise işi trajikomedi sahasına taşıyor: “Gelinen seviye enflasyonla topyekûn mücadele gerektiriyor”. Oysa geçen yıldan beri konut elektriğine %33 zam geldi, konut dışı diğer kullanıcılara yönelik zam oranı ise yılbaşından itibaren %44’ü aştı. Herhalde bu zamlar devlet içerisindeki dış güçler tarafından yapılıyor olmalı ve “mücadeleye” en kısa sürede başlanılmalı. Mevzuata göre elektrik zamları üç ayda bir yapılıyordu fakat buna da uyulmadı. Üstelik iki ay üst üste %9 yapmak suretiyle, vatandaşta sanki bir kere zam yapıldı gibisinden kafa karışıklığı oluşturma yönünde basit planlar uygulandı.

Doğrusu, yurtsever vatandaşlar için Türkiye’nin kaderi iktidarımızın “dış güçler” adını verdiği romantik, dogmatik, semavi ve şeytani, pis peri ve iblislere bırakılmayacak kadar önemli ve değerli. Sanılanın aksine, bütün dünya kafayı Türkiye’ye takmış ve bu ülkeyi bitirmek için birleşmiş durumda falan değil. Bakınız Fitch adlı dış güç İtalya’nın görünümünü negatife çevirdi ve S&P namlı dış güç ise Arjantin’in notunu izlemeye aldı son zamanlarda. Kaldı ki, herhalde bizim de yeterli gücümüz ve potansiyelimiz olsa, biz de doları, Amerika’yı ve Avrupa’yı bitirme noktasında birtakım hamlelerde bulunuruz ve gereken adımları atarız. Sıcak savaşların (İslam coğrafyası haricinde) büyük ölçüde tarihe karıştığı pragmatist ve popülist dünya düzeninde, artık kartlar soğuk savaşlar, bürokrasi ve politika savaşları bağlamında oynanıyor. Böylece en başta maddi kayıpların ve insan kayıplarının önüne geçiliyor. Elbette zaaf gösteren eziliyor, güçlü olan ise daha fazla güç kazanmak için elinden gelenleri yapıyor. Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş döneminde 30 milyon kilometrekareye hükmettiğimiz dönemleri veya Cengiz Han’ın bilinen dünyanın neredeyse hepsini (44 milyon kilometrekare) hâkimiyeti altına aldığı zamanları anımsayarak uyuklamak yerine, artık yeni dünyaya ayak uydurmaya çalışmalıyız. Zira karşımızda 1618-1648 yılları arasında 30 yıl savaşlarında birbirini keserek 6 milyon ölüme yol açan bir Avrupa kıtası yok. Aradan tam 500 sene geçti ve her şey değişti...

2018 Temmuz ayında 49 düzeyinde ölçülen PMI endeksi (Türkiye İmalat Satın Alma Yöneticileri Endeksi) Ağustos ayında ise %46,4 düzeyinde gerçekleşti. Böylece imalat sektöründeki yavaşlama üst üste beşinci ayına girmiş oldu. Türkiye’nin CDS (risk primi) ise 580’lere dayandı. Bu primin iflas eden bir ülke konumunda bulunan Yunanistan ve Brezilya’da 300’lerde, yaptırım, ambargo, savaş ve ekonomik krizlerle boğuşan Rusya’da 170, Almanya’da ise sadece 10 seviyesinde olduğunu hatırlatmak isterim.

Somut olgular, veriler ve gerçekler böyleyken, biz içimize dönüp her şeyi “dış güçler” efsanesine bağlayarak ve kendimizi yedi düvele meydan okuyan cengâverlere benzeterek her geçen gün ayrı bir manevi rahatlama ve ferahlama yaşıyoruz. Gelgelelim, bu refah seviyesi ceplerimize bir türlü yansımıyor. Erdoğan’ın “Döviz kuru ne olacak diyenler varsa onlara da cevabımız 'Bu da geçer yahu' olacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar 2023 hedeflerimize ulaşmamızı engelleyemeyecekler” nutukları sadece ama sadece narkoz süresinin uzamasına yarıyor. Bu tür çocukça yalanları kendi kendimize tekrarlaya tekrarlaya inanarak adeta kendi gerçeğimiz haline getiriyoruz. “Yalan, ona inanan ikinci bir insan varsa, kendini gerçekleştirmiş sayılır”.