Biri size şöyle bir açıklamada bulunarak sorsa;

''Etrafımızdaki insanlar, hayvanlar, bitkiler kısacası tüm canlı ve cansız varlıklar... varoluş olarak düşünecek olursak, bu gezegene nasıl geldik?

Ve bu açıklamaya şöyle bir soruyla devam etse ;

''Bütün bunlar benim tanrıya olan inancımı tetikliyor. Ancak şunu da düşünüyorum, ölümden önce ve sonra hayatımızı kontrol eden kim veya ne, nasıl bir şey?

Algılarımızla edindiğimiz bilgiler yoluyla, kapasitemiz oranında şöyle cevap verebiliriz diye düşünüyorum:

Anlaşılan siz veya sizin gibi düşünenler pek çok şeye inanıyorsunuz. Öyleyse ölümden önce başka bir yerde olduğunu, ölümden sonra da başka bir yere gideceğine inanıyorsun. Çok şeye inanıyorsun. İnanç çok güçlü bir kavram. Öyle ki, insanlık binlerce yıldan beri inanç temelli bir hayat sürmüş ve tam anlamıyla tüm insanlığın bu konuda kesin doğru diye kabul ettiği bir netliğe ulaşamamıştır. Ortaçağın felsefe dünyasında önemli bir filozof olan Anselmus (1033-1089), 'insani bilginin kaynaklarının akıl ve iman olduğunu düşünmekteydi. Anselmus, imanın bütün bir insan araştırmasının başlangıcı olması gerektiğini söylüyordu. Anselmus tanrının varlığını kanıtlamaya çalıştığı Proslogion adlı eserinde şunu söylemektedir: ''Ben anlayayım diye inanıyorum. Çünkü aynı zamanda şuna inanıyorum ki, inanmadıkça hiçbir şeyi anlamayacağım da.'' (Betül Çotukçöken, Anselmus'un Ontolojik Tanrı Kanıtlaması ve Yeniçağ Felsefesindeki Yeri. Sayfa 49).

Yazımızın konusu her ne kadar tanrı kanıtlaması olmasa da ( gelecek yazılarımda bu konuda da yazmayı düşündüğümü belirtmek istiyorum) son bin yılı aşkın geçen süreye rağmen insanlığın düşün ve felsefe dünyasında, inancın aklın ve bilimin önüne geçtiğine dair önemli bir kilometre taşı olması açısından Anselmus'tan bahsetmek istedim.

Konumuza dönecek olursak, çok şeye inanmak demek, çok fazla varsayım kabul etmek demektir. Bu durumda çok fazla varsayıma sahipsen gerçeğe ulaşamazsın demektir. Eğer gerçeğe ulaşmak istiyorsan ilk yapman gereken hiçbir şeyi varsaymamandır. Eğer gerçekle ilgileniyorsan, eğer gerçeği arıyorsan, işe hiçbir şeye varsaymamanla başlaman gerekir. Zaten varsayımlara sahipsen tek yaptığın kendi varsayımların için onay aramaktır. Bu ise gerçeği aramak değildir. Zira gerçek bir arayıcının varsayımları yoktur, olamaz da. O sadece bakıyordur. Biz sadece bakalım mı? Yoksa senin varsayımlarını onaylayalım mı? Yani benden onay istiyorsun... Haklısın. Bu seni varsayımlarına yakınlaştırır mı? Eğer inançlarına doğru dersem bu seni gerçeğe yakınlaştırır mı? Evet o zaman eminim ki, kendini daha iyi hissedeceksin ve belki de 'evet haklıymışım' diyeceksin. O zaman sen de ben de biliyoruz ki, bu hiçbir işe yaramayacak, hiçbir şey çözülmeyecek. Varsayımlarınla ilgili ikimizi de ikna edecek bir sonuca, ikimizin de kabul edeceği gerçeğe ulaşamayacağız. Zira hayat bu değil, gerçek bu değil. Öyle değil mi?

Öyleyse inançlarını onaylamamın bir anlamı yok. Bu, inanç temelli düşünen tüm insanlar için çok önemli bir problem: 'Ben haklıyım, sen değilsin. Benim inandığım şey doğru, seninki yanlış.'

Hayatında alacağın kararlara inançların yön veriyor ve bunlar da sonradan edinilmiş şeyler. Ailede annen, baban ve diğer büyüklerin, çevreden edindiklerin, okulda öğretmen ve arkadaşlarından öğrendiklerin... Birisi onları sana verdi. Başkalarından edindin. Hiçbiri orijinal değil. İnançlarının gücü de buna göre değişiyor ve oldukça da güçlüler. Her şey yerli yerinde. İnançlarınla bir bütün olarak 'çatışmasız' yaşıyorsun. Ne güzel münzevi bir düzenin var. Tersini düşünmen bile işlerini riske sokardı. Öyle değil mi dostum?

Sonuç olarak inançlarınla varsaydığın şeyin gerçekle bir ilgisinin olmadığıdır. Daha açıkçası, fiziksel olanın ötesinde bir şeyi anlamaya çalışıyorsun ama fiziksel şartlarda bunu başarmanın imkanı yok. Fiziksel olanın ötesindeki bir şeyi duyularını kullanarak algılayamazsın. Örneğin, bir nehrin üstündeki köprüden geçiyorsun ve köprünün uzunluğunu, genişliğini veya nehrin derinliğini merak ettin. Bu durumda yapman gerek ilk şey, varsayımlarını, inançlarını bir kenara koyup, doğru aletlerle gerekli ölçümleri yapmaktır. Çıkan sonuca senin de benim de itirazımız olamaz, öyle değil mi? Sana göre ise, fiziksel olanın ötesinde bir şeyi bilmek istiyorsun, sana göre ilk yapman gereken, beş duyunun ötesinde bir algıya sahip olmak. Böyle bir şeye varsayımlarla düşündüğünde cevabının 'kalbe doğan ilahi güçle öğrenebilirim' gibi bir açıklama olur. öyle değil mi? Peki bu, beş duyumuzla bir algıya dayanmadığı için gerçeği ortaya çıkabilir mi? Yukarıdaki örneğimizde, nehrin derinliğini ölçtüğümüzdeki gibi ikimizi de ikna eden bir sonuca ulaşabilir miyiz? 'Kalbe doğan ışıkla gelen bilgiye' inanırsın veya inanmazsın. Örneğin çok uç bir örnek vereyim; 'Azrail ceketimin sağ cebinde, Cebrail ise sol cebinde' dersem bana inanır mısın? Belki komik ama türlü ilahi deyimlerle üzerinde uzun uzun çalışılırsa bu saçmalığa bile inanacak çok insan çıkar diye düşünüyorum. 23 Ekim 2011 tarihindeki Van depreminin aslında Manisa'da olacağını ama Manisa halkının dini bütün insanlar olduğu için, depremin dini inancı daha zayıf ve devlete isyan edenlerin çok fazla olduğu Van'da olması için depremi bir talimatla Van'a gönderdiğini iddia eden bir din adamının bir bu tarz söylemlerine inanan binlerce insanın olduğu hiç sürpriz değil. Bu kadar inanan insan tanrıya daha mı yakın oluyor şimdi? Ya da bu tarz söylemlere inanmayanlar tanrıdan uzaklaşmış mı oluyorlar? Hayır. Bu tarz düşünmekle gerçekte hiçbir şey değişmez. Öyleyse neden inançlarımızı onaylatmaya çalışarak vaktimizi harcıyoruz?

Algılamanı genişletmelisin. Çünkü sadece algılayarak bilebilirsin. Bilmenin başka yolu yoktur. Algıladığın zaman bilirsin, yoksa bilemezsin. Gerçek budur. Bilmediğini itiraf etmek istemediğin için inanırsın. Eğer sosyal olarak toplumda varlığını devam ettirmek istiyorsan, inanç bunu başarmak için iyi bir yoldur. Ama gerçekten bilmek istiyorsan, inanç bunun için iyi bir yol değildir. İnanç sana güven verir. İnananların kendilerine güvenmeleri çok tehlikelidir. İnanç güven doludur. Düşünmek, şüphe etmek, sorgulamak zahmetlidir ve beyin düşünmeyi sevmez. Çünkü çaba ister, emek ister. Bu da beyni yorar. Beyin ise yorulmayı sevmez. Uyumak rahatlatır beyni. Bir şeye çaba göstermeden inandığınız zaman güven dolarsınız. Hiçbir şey hakkında kuşkuya sahip olmazsınız. Çünkü kendinizi inandığınız şeyden başka bir şeye yakınlaştırmazsınız, yüzde yüz eminsinizdir. İnanç temelli düşünüşün en karakteristik özelliği, sorgulama yapan felsefe olmak değil, inancı savunmak amacıyla yapılan düşünme olmasıdır. İnanç temelli düşünüş biçimi, insanların fiziksel ötesi ruhani duygularına hitap ederler. Eğitim gibi uzun vadeye tahammülleri olmadığından kısa vadede hedeflerine ulaşmayı amaçladıklarından insanların kar ve zarar eğilimlerini öne çıkarırlar. İnanç temelli bilgi, anlama ve algılama güçlüğü çeken, beş duyuları ile düşünme yapmayan eğitim yönünden geri seviyedeki insanlar tarafından oldukça itibar görür. Çünkü bilgiler ona, düşünme zahmetinde bulunma gereği olmaksızın hazır verilir. Hatta onu bilgi üretme sorumluluğundan kurtarır. Üstelik eğitimsiz insan düzeyindeki bilgilere tanrısal, ruhani bilgi değeri yükleyerek, bunları bilmekle en değerli bilgileri bilen kişi olma sanısına kapılırlar. İnsanlar için gerekli bilgilerin kutsal kitapta mevcut olduğuna inanıldığından, başka bilginin var olmadığına inanılır. Bu nedenle başka bilgi bulmak için araştırma ve çalışma yapmak sorumluluğundan kurtulmuş olur. Dolayısıyla dinsel bilgi, gerçeğin bilgisi değildir. Yukarıda daha detaylı açıkladığımız gibi dinsel bilgi, fiziksel ötesi, insanın hayal, tahayyül, duygular ve sistemsiz aklı ile spekülatif olarak ürettiği bilim ve akıl dışı bilgilerdir.

Bilmek ve inançla ilgili olarak devam edelim. Hayatımızı daha anlamlı kılmanın yolu olarak diyebiliriz ki, neyi biliyorsam onu biliyorum, neyi bilmiyorsam onu bilmiyorum. Bir kere bu noktaya içtenlikle, hiçbir komplekse kapılmadan, egolarımızı bir kenara koyarak geldiğimizde göreceğiz ki, bilmemiz günbegün artacaktır. Yoksa inandığınız vakit durgunlaşmışsınız, alıklaşmışsınız demektir. Gerçekte inanç ölüdür. Karl Marx ( 1818-1883) 'din afyondur' der. Çünkü inanç insanları uyutur. İnanıyorsan bir an evvel tanrına kavuşman gerekmez mi? O zaman sana sormazlar mı neden tanrına gitmiyorsun? Neden tanrını bekletiyorsun, randevuya gecikiyorsun? Eğer inanıyorsan ne olursa olsun ölünce tanrıya gideceğini biliyorsun. Sorun nedir? Neden burada, fani dünyada boşuna zaman geçiriyorsun? Hasta olunca ölmemek için hastanelere uğruyorsun, ilaçlar kullanıyorsun, acı çekiyorsun. Neden gitmiyorsun? Tanrıya olan yolculuğunu neden erteliyorsun? Bu senin inançlarına göre doğru değil, öyle değil mi? Bu durumda sana ''gerçek bir inanan değilsin'' dersem bana kızmazsın değil mi?