Tayyip Erdoğan kürsüye çıkınca, önünde bir mikrofon bulunca, sesini yükseltmeden konuşamıyor, üslubunu da pek tutturamıyor.
Özellikle üslubundaki irtifa kayıpları doğrusu bir başbakana yakışmıyor.
Dün partisinin Meclis grubundaki konuşması da maalesef farklı değildi.
Üslup meselesini geçiyorum.
Çünkü öyle bir seviyeye inerek kendimi bugüne kadar savunmadım, bundan sonra da savunacak değilim.
Ama bu demek değildir ki, bazı haksız iddialar yanıtsız kalacak.
Her şeyden önce Hasan Cemal olarak hayatını kaybeden askerin de, polisin de, (elbette dün Cudi dağında şehit düşen 5 özel harekât polisi için de) PKK’lının da, sade vatandaşın da acısını her zaman yüreğimde hissettim, bugün de hissediyorum.
İnsan olan, vicdanı olan herkes o acıyı hisseder.
Bu ölümlerin acısını uzun yıllardan beri hissettiğim için de bugüne kadar savaş için değil barış için mücadele ettim kalemimle.
Ve barış için yazılarımı, kitaplarımı yazmaya başladığımda Tayyip Erdoğan daha henüz siyaset sahnesinde yoktu.
Hep aynı sesi verdim:
Yazıktır, günahtır şehitlere, hayatını kaybedenlere... Devletin bu politikaları çıkmaz sokaktır, sorunu çözmez derinleştirir; devletin bu politikalarıyla ne kan durur, ne de anaların gözyaşı...
Yıllar böyle geçti.
Sahnedeki başbakanlar değişti ama kan ve gözyaşı durmadı.
Bugün de farklı değil. Analar ağlamaya devam ediyor.
Ama haksızlık etmek istemem.
2011 genel seçimlerine kadar Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda artıları eksilerine ağır basıyordu. Bu nedenle de benim Erdoğan’a eleştirim değil desteğim ön plana çıktı.
Ama sonra Erdoğan milliyetçiliğe fena halde gaz vermeye, MHP lideri Bahçeli gibi elinde yağlı urgan nutuk atmaya başladı meydanlarda.
Kendi özel temsilcisini Kandil’in karşısına oturtabilecek kadar yürekli davranabilen bir Başbakan, KCK operasyonları ile siyasetin alanını daraltmaya ve 1990’lara benzer biçimde sorunu yine tek boyuta, ‘terörle mücadele’ye indirgeyen güvenlikçi bir anlayışa yöneldi.
Ben de kendisini eleştirmeye başladım.
Çünkü, daha önce denenmiş olan bu yolla, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağını koparmak ve barışçı çözüm rayına oturtmak mümkün olamazdı.
Bu konuda hiç kuşkusuz PKK’nın, Kandil’in ya da İmralı’nın eleştirilecek yanları vardır.
Hem bu köşede, hem son kitabım Barışa Emanet Olun’da PKK’ya yönelik eleştirilerime yeterince yer verilmiştir.
Bu bir.
İkinci noktaya gelince...
Devletin yanlış politikalarıyla dökülen kanların hesabını verecek olan en başta siyasal iktidarlardır.
‘Başbakan’lardır!
Evet, Afganistan’da şehit olan askerlerimizin hesabı da, Uludere’de Türk savaş uçaklarının saldırısıyla hayatını kaybeden Kürt köylülerinin hesabı da öncelikle ‘sivil otorite’den ve onun başından sorulur.
Yani Başbakan Erdoğan’dan.
Demokrasiler böyle işler.
Demokrasilerde, ‘butik devlet’miş değilmiş gibi sıradan tariflerle sorumluluktan kaçılamaz.
Demokrasilerin ete kemiğe bürünmesi ancak hesap sorma-hesap verme mekanizmasıyla mümkündür.
‘Gazeteci milleti’nin demokrasilerdeki en önemli işlevi de, bu mekanizmanın düzgün çalışabilmesiyle ilgilidir.
Demokrasilerdeki iş bölümü basittir.
Siz yönetirsiniz.
Biz de eleştiririz.
Bu kadar!
Son söze gelince:
İktidarlardan hesap sorulamayan rejimlerin adı demokrasi değildir, olamaz.