Bir köşe yazarının herhalde en nefret ettiği şey gündüz yazdığı bir yazıyı akşam yeniden yazmak zorunda kalmaktır.

Öyle bir ülkede ve öyle bir hukuk sisteminin içinde yaşıyoruz ki her yanımız mayınlarla kaplı, fikirlerini söylemeye kalkanlar birbirlerinin zıddı maddelerle dolu yasalarımızın bir maddesinden kurtulabilseler diğerine yakalanıyorlar.

Dün, Yüksek Seçim Kurulu, Türkiye’yi birbirine katacak bir karar alarak Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal etti.

Dicle’ye verilen 78 bin oy çöpe gitti.

Onun yerine, Dicle kadar oy almamış başka bir aday YSK tarafından milletvekilliğine “atandı.”

Dicle’nin avukatlarından biri, müvekkilinin milletvekilliğinin iptal edilemeyeceğini çünkü Türk Ceza Kanunu’nun 53. Maddesine göre ceza çekildikten sonra mahkûmiyetin getirdiği bütün kısıtlamaların da kalkacağını söyledi.

Ben de bu hukukî bakış açısına göre yazdım ilk yazıyı.

Ama daha sonra başka hukukçular, Adlî Sicil Kanunu’nun bilmem kaçıncı maddesine göre “terör suçlarından” mahkûm olanların cezaları bittikten sonra üç yıl boyunca milletvekili olamayacağını söylediler.

Anlayacağınız ortada iki madde var ama Dicle’ye “terör” kısmı uygulanıyor.

Normal ceza kanununun maddeleri ona uygulanmıyor.

Bir adamın sadece “konuştuğu” için terör suçlusu sayılması bir rezalet, herkese uygulanan ceza yasasından değil başka bir yasadan cezalandırılması başka bir rezalet ama Türkiye’de “hukuk sistemi” diye buna deniyor ve bu sistem bir türlü değiştirilmiyor.

Daha sonra konuştuğum hukukçular, Adlî Sicil Kanunu’nun o maddesinin uygulanmasının bizim hukuk sistemimize uygun olduğunu ama bir insan “halkın iradesiyle” milletvekili seçildikten sonra hiçbir adlî merciin bu hakkı geri alamayacağını, ancak Meclis’in bir üyesinin milletvekilliğini kaldırabileceğini ileri sürdüler.

Söylediklerine göre 78 bin kişinin oyu Meclis dışında herhangi bir güç tarafından yok sayılamazdı.

Bunlar, bizim çok da ayrıntılı bilmediğimiz hukukî tartışmalar ve daha da sürecek.

Ama bizde hukuk denilen bu “çapaçulluğun” yanı sıra bir de siyasi yönü var bu kararın.

Bir Kürt milletvekili, “konuşmaktan” mahkûm olduğu için parlamentoya giremiyor.

Bunun sadece o milletvekiline, partisine değil bütün Kürtlere nasıl bir acı vereceğini, onları nasıl öfkelendireceğini anlamak zor değil.

Ortada bir haksızlık var.

Bir adam bomba attığı için, adam vurduğu için, sabotaj yaptığı için değil sadece “konuştuğu” için mahkûm oluyor, mahkûmiyeti “yasalara” uygun olabilir ama o yasalar “hukuka” ve vicdana uygun değil.

Eğer bir yasa, “konuştuğu” için bir adamın milletvekilliğini önleyip, onun yarısı kadar oy alan başka birini milletvekili yapıyorsa, bunu doğal karşılamaz, o yasayı değiştirir, gerekirse seçimi yeniler, o adama hakkını verirsiniz.

Böylece hem bir haksızlığı, hem de ülkenin bir kaosa sürüklenmesini önlersiniz.

Bu söylediğim size tuhaf gelebilir belki. Ama bunun Başbakan Erdoğan’a tuhaf gelmeyeceğine eminim.

Çünkü o da benzer bir haksızlığa uğramış, “konuştuğu” için mahkûm olmuş, seçilme hakkını kaybetmiş, hatta hakkında “muhtar bile olamaz” diye manşet atılmış bir “yasa” mağduruydu.

Erdoğan’ın uğradığı haksızlığı düzeltmek için yasa değiştirildi.

Ona hakkı teslim edildi.

Vicdanlara aykırı “yanlış” bir yasa Erdoğan için değiştirildiyse, vicdanlara aykırı başka bir yasa neden Dicle için değiştirilmesin?

Bugün parlamentoda çoğunluğa sahip olan Erdoğan ve AKP, kendi uğradıkları bir haksızlığı düzeltirken, başkasının uğradığı haksızlığı neden düzeltmediklerini, bu topluma ve kendi vicdanlarına anlatabilirler mi?

Hangi Kürt, bir Türk siyasetçisi için yasa değiştirilebilirken, bir Kürt siyasetçisi için yasa değiştirilmemesini doğal karşılar?

Hangi Kürt, ortada böyle bir örnek varken, Kürtlerin bir haksızlığa uğradığına inanmaz?

Bugün Ankara’da Hamas’la Filistin Kurtuluş Örgütü’nün liderlerini ağırlayıp arabuluculuk görevini üstlenmeye hazırlanan AKP iktidarı, “dışarıdaki” sorunları çözmek için gösterdiği çabayı, “içerdeki” sorunları çözmek için göstermeyecek mi?

Kürt sorunu ve Kürtlerin acıları, Filistin sorunu kadar ilgiyi hak etmiyor mu?

“Mağdur” olmanın ne olduğunu çok iyi bilen Erdoğan, sessizliğini “bir fazla milletvekili” için sürdürürse, bu haksızlığa karşı çıkmazsa, Kürtlerin duygularını paylaşacak bir söz söylemezse, kendisini mahkûm eden yasanın değiştirilmesi için gösterdiği çabayı Dicle için göstermezse, ne “Kürt kardeşleri” için attığı nutuklara ne de “yaratılanı severim yaratandan dolayı” sözlerine inanacak vicdanlı birini bulabilir.

Bu “çifte standart” Erdoğan’ı çok istediği “uluslararası lider” konumundan uzaklaştırmakla kalmaz, kendisi Filistinlilerin arasını bulurken, Kürtlerle Türklerin arasını bulmak için bu ülkeyi başkalarına muhtaç bırakır.