Bu sabahın (yani cumartesi) gazetelerinde Selahattin Demirtaş’ın Başbakan’ın çağrısına cevabı yayımlanıyor. Başbakan’ın çağrısı koşulluydu : “Şöyle şöyle yapacak iseniz konuşalım”! Cevap da koşullu : “Samimi isen konuşalım.” Bir de eki vardı : “BDP ile ilgili görüşünü toptan değiştirsin.” Bunların hepsi, iki gün sonra konuşmayı kesmenin ve kesildiği için karşı tarafı suçlamanın tedbirleri. Belli ki taraflar stratejilerini konuşarak sonuç almaktan çok kesintiye mazeret bulmak üstüne kuruyorlar.

Başbakan BDP için kullandığı dili değiştirse gerçekten iyi olur. Çünkü bu dil, konuşarak anlaşmayı uman birinin dili değil. Bütün görüşlerini değiştirmeye gelince, bu Başbakan’dan çok BDP’nin elinde. Çünkü o görüşler BDP’nin şimdiye kadar sergilediği davranışlarla biçimlendi. Bu davranışlar da barışa ya da anlaşmaya katkıda bulunacak mahiyette şeyler değildi. Yalnız Başbakan değil, hepimizin, Kürt tarafının istediği şeyin barış olduğuna ikna edilmemiz gerekiyor.

Dünkü yazımı bitirdiğim noktaya döneyim : olayın bugün geldiği noktada, bir hükümetin Kürtler’in partisine “PKK ile bütün ilişiğini kes, gel benim yanımda dur” çağrısında bulunmasının anlamı olmadığı gibi, böyle bir şeyin faydası da yok. O ilişkinin olması, olmamasından daha yararlı. Bunun böyle olmaması için, çok daha önceden, Kürt sorununun demokratik siyaset platformunda serbestçe tartışılmasının imkânını yaratmalıydık. Bunu yapan siyasî partilerin kurulmasına, öneri ve strateji geliştirmesine izin vermeliydik. Bu özgür tartışma ortamında Kürtler’in Türkiye’den ayrı devlet kurmalarını savunmak da serbest olmalıydı. Böyle bir demokrasi kurunca, kurulmuşsa, şimdi Kürtler’in hâlâ sahip olmak için didindikleri haklar zaten çoktan ülkenin gündelik gerçeklikleri arasına girmiş olurdu.

Ama Türkiye Cumhuriyeti devleti bunları aklından geçirmedi. Aklından geçirenleri yıldırmak için elinden geleni yaptı. Bunları telaffuz eden birinin siyaset alanına ayak basmasını sonuna kadar engelledi. Oysa sağcı siyaset adamları arasında bile, baş başa konuşurken, “Türkiye’nin rahat soluk almasını sağlayacaksa, Kürtler’in ayrılması da tartışılabilmeli” diyen kişileri bilirim. Ama bunu siyaset kürsüsünde söylediklerini düşünün...

Kürtler’in haklarını legal-demokratik platformda savunmak amacıyla partiler kuruldu. Hiçbiri yaşatılmadı.

Türkiye İşçi Partisi sosyalistti, onun için diş biliyorlardı. Ama 12 Mart’ta “Kürtçülük yaptığı için” kapattılar. O partide yer almış Kürt aydınları ondan sonra biraraya gelemediler.

Bugün BDP dediğimiz parti HEP olarak kurulduğundan beri alfabedeki bütün harf kombinezonlarını denedi. Ama her zaman PKK’ya yakın duruyordu. İyi de, PKK’ya hiç yakın durmayan partiler de kuruldu. Bunlardan bazılarını kuranlar PKK’nın bir suikastına uğrayabileceklerini düşündükleri halde doğru bildiklerini yaptılar. Ama Türkiye Cumhuriyeti devleti bunların hepsini kapattı. Bir Kürt için, PKK’nın nüfuz alanı dışında, ayağını basabileceği bir karış toprak bırakmadı. Türkiye Cumhuriyeti devleti.

Bunlar yapılmasa ve demokratik yolda karar kılınsa büyük bir ihtimalle PKK olmayabilirdi. Veya olabilirdi. Ama o zaman her türlü sorunu demokratik platformda tartışmayı benimseyen (bunu denemiş ve sonuç almış) bir Kürt siyaseti olurdu.

Şerafettin Elçi parti kurmuş olanlardan biri. PKK’nın denetlediği bir alanda bulunmaktan kaçındı sonuna kadar. Altan Tan inançlı bir İslâmcı’dır. PKK ile bir düşünce yakınlığı içinde bulunduğu düşünülemez (Kürt olmanın yarattığı ortaklıklar dışında). Ama bugün ikisi de BDP’nin oluşturduğu platformda siyaset yapıyor.

Şimdi bu tarihi tersine çevirme imkânımız yok. Bunu tartışabiliriz, tartışmamız iyi de olur. Ama “olmamış gibi” yapamayız, “gibi yapma”yı ne kadar seversek sevelim. Başlangıç noktası, yani gidişatta bir değişiklik olacaksa, o değişikliğin başlangıç noktası burası.

Anlaşmak üzere konuşmaya sahiden niyetiniz varsa, buyurun buradan başlayın.