Evrensel standart bir hukuki omurgayı oluşturmamakta direnerek kötürüm olmuş ülke hukuku, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması sonrasında ise varlığını tam anlamıyla çürümeye bırakmıştır. Bu son aşamaya ilk sıçrayış alel acele değiştirilmek istenen adli kolluk yönetmeliği ile başladı. Savcıları emniyet müdürüne, ordan valiye esasında ise başbakana bağlanma iradesi, Danıştay 10. Dairesi tarafından durdurulunca bundan sonrası diğer yasal değişikliklerin gündeme alınması oldu. Tüm bunlar için oluşturulan gerekçe ise; “milli iradenin temsilcisi hükümete yönelik yargı ve emniyette kümelenmiş paralel devletin darbe girişimine karşı hükümetin aldığı siyasal önlemler”di.

Yani hükümet failleri kast ve eylemleri ile bulup yargılayacağı yerde anayasal kurumları kafa kol kırarak yani hukuki ilkeleri tarumar ederek yasal düzenlemeler ve tasarruflarla by bas etmeyi çıkış yolu olarak gördü.

12 Eylül 2010 tarihinde Anayasa referandumuyla değiştirilen HSYK, şimdi eskisinden de çok yürütmeye bağlanmak isteniyor. Kurulun neredeyse her hücresi Adalet Bakanlığı (esasında Başbakan) tarafından denetlenen ve yönetilen konuma getirildi.

İnternet yasası ile de yayınlarda keyfi ve esnek biçimde kısıtlama, engelleme yetkileri yeniden düzenleme ile bir kurum başkanına (esasında başbakana) verildi. Ankara’da bir Sulh Ceza Mahkemesi’ne ise tüm Türkiye’deki yayınları durdurabilecek sözde yargı denetimi, esasında ise bir “noterlik” görevi verildi.

Yine hiçbir zaman evrensel geçerliliği ve standardı olamayacak terörizm mevzuatı ile dünyada açık farkla en çok “terörist” üreten, cezalandıran ve yok eden durumumuz ortada iken ve bu başarıyı TMK ve özel yargılama pratiğine borçlu iken şimdi bu uygulama pratiğini tüm mevcut mahkemelere yayma aşamasına gelindi. Mevcut mahkemelerin görevlerine son vermekle bitirilmeyecek bu kangren sorunun çözümünün, mevcut TMK’yı kaldırmayıp TCK’ya yedirmekle hiç mümkün olmadığını görmek istemeyen bir başka hukuki felaket ile karşı karşıyayız.

Felaket tellallığı yapmak değil derdimiz, gelecek olan tabloyu yalnızca göstermek. Şu an meclise getirilen ve MİT’in bugüne kadar gizli kapaklı yürüttüğü faaliyetleri daha fazla personel ve araçla açıkça yapabilme yasası, tahayyül edilen rejimin eksik olan alt yapısını taçlandıracak son esaslı hamlesidir.

MİT’in CIA ve FBI karışımına benzer bir yapıya dönüştürülmek istenmesi ve Bakanlar Kurulunun (esasında başbakanın) vereceği özel operasyonlarla hedefe aldıklarının dünyanın dört bir tarafına yayılmış da olsalar yok edilmesi yada sağ yakalanıp getirilmesi amaçlanacak. Yani MİT öyle Paris ve Roboski katliamındaki gibi iz ve rollerinin sorgulanmasını değil varsa açıkça imzasının görünür kılınmasını istiyor. Bu bakımdan onlarca yıldır kimlerin fiili olarak hedef olduğu ve bundan sonra da potansiyel hedef olacağı bellidir. Bunun dışında milli nizama zararlı görünüp yeni dönem hedeflerin eklenmesi pekala mümkün olabilecektir. Mesela çok değil birkaç yıl öncesine kadar balkon konuşmalarında teşekkürlere mazhar görülen Fethullah Gülen ve çevresinin de bu operasyonların yeni hedefleri arasına konması kimseyi şaşırtmaz.

Yani MİT’in bu yeni yasal mevzuatının oğul Bush döneminde çıkarılan Vatanseverlik Kanunu’na birebir benzerliği, sınır içi ve ötesi operasyonları yapacak olması ne kadar tesadüfi değil mi? TSK bile sınırdışı operasyonlar için başlangıç ve bitiş süre sınırı, gerçekleşecek bölge, içerik vs gibi çok özel usullere bağlı olarak TBMM’den alınan karar ile hareket ederken yeni taslak yasada MİT’e hiçbir engel çıkarılmadan bu görev bakanlar kurulu (esasında başbakan) tarafından verilebilmekte.

Haliyle amaçlardan biri olarak, bu görevin içeriği, süresi, sahası vs. gibi ayrıntılar kamuoyunun bilgisinden özenle saklanacaktır. Haber edilmesi bile ağır cezalara ve tutuklamalara maruz bırakılacaktır. Yeni yasada yalnız operasyon yetkileri değil, sınırsız dinleme, takip, arşiv tutma, fişleme, ticari bilgileri alma gibi yetkilerin, mevcut darbe anayasasına, üyesi bulunulan Avrupa Konseyi bağlamında Kopenhag Kriterleri ile Birleşmiş Milletler kurucu antlaşması ve sözleşmelerine açık ve somut biçimdeki aykırılıkların Başbakan ve kabinesini ilgilendirmediğini görmekteyiz.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin varlığını savunan sayın Gül’ün de bu MİT kanununu önüne geldiğinde veto edeceği ufukta görünmüyor. Milli nizamın milli siyaset bekçiliğini üstlenen CHP ve MHP’nin karşı çıkar gibi göründükleri fakat esasta içten içe böyle bir yapıyı yönetmeyi çok arzuladıklarını tahmin etmek zor değil. Yasanın bir biçimde Anayasa Mahkemesi’ne taşınması halinde ordu temsilcileri ile bazı davaları görüşmek için karşılıklı yemekli toplantılar düzenleyen Anayasa Mahkemesi’nin ne yönde karar vereceği de muamma!

ÇIKIŞ VARMIDIR?

Görünen şu ki her şeyin gerçek olmadığı kadar gerçek olduğu fakat Erdoğan’ın kabul etmediği oğlu ile yaptığı telefon görüşme kayıtları ile birlikte 17 Aralık yolsuzluk soruşturması sonrasında hükümet merkezi vesayetçi yapıya intikam refleksleri ile birlikte esir düşmüştür. Giderek teknokrat bir hükümet görünümü almaktadır. Hükümetle birlikte devlete hakim olmak için iktidar kavgalarını sürdüren gruplar bu sonucu hesap ettiler mi bilinmez ama sonuç daha da otokratik bir devlete sürüklenildiğidir. İktidar kavgalarını sürdürenler bunu çok dert edinmeyebilirler ama devleti küçültmek ve şeffaflaştırmak; yönetimi yerelleştirmek ve halkın hizmetine sunmak isteyen milyonların halen derdidir.

Hükümetin uçuruma giden bu yoldan son çıkış yolu, yukarıdaki atılımlardan vazgeçerek tez zamanda esaslı biçimde demokratikleşmeye yönelmesi, yasal ve anayasal düzenlemeler yaparak bir an önce erken seçime gitmesidir. Bizden tekrar söylemesi! Çünkü hükümetin tek başına hükümet kuracak oy desteği olsa bile destek aldığı kesimlerin büyük çoğunluğunda da maddi ve manevi meşruluğunu yitirmek üzeredir!