Türkiye, bir süredir “geçmişle hesaplaşma” meselesinin etrafında dolanıyor. “Geçmiş”in bu kadar yoğun bir şekilde gündeme gelmesi, ilk başlarda belli kesimlerde bir şaşkınlık yarattı. İlk yaygın tepki, “bu da nereden çıktı şimdi” mealindeki sorularla dışa vuruldu.

Devletçi/milliyetçi/ulusalcı çevrelerin tepkisi, bu kadar yumuşak olmadı ama. Onlar, bu tartışmaları “dış çevrelerin bir tezgâhı”, “bir avuç zındık entelektüelin bu güçlerle işbirliği içinde başımıza sardıkları yeni bir bela” olarak nitelediler. “Bu milletin şanlı geçmişini karalama” planı olarak gördüler. Bu tartışmaları başlatanları, ihanetle suçladılar; tehditler savurdular. Hrant’ın katledilmesiyle sonuçlanan kampanyalarda, bu kahredici hamasetin de küçümsenmeyecek bir rolü oldu.

Oysa “geçmişle hesaplaşma” meselesi, 1980’lerin ortalarından itibaren dünyanın dört bir köşesinde bir yandan hararetle tartışılırken, diğer yandan suhuletle incelenen bir konu haline gelmişti. Değişik ülkeler, “geçmişlerindeki kara sayfalarla yüzleşmek” için yöntemler arıyorlar, buluyorlar ve uyguluyorlardı. Amaç, insanlık suçlarının ve ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı diktatörlük ve/veya iç savaş, yaygın iç çatışma dönemlerinin açtığı yaraları tamir etmeye çalışmaktı. Buradan varılmak istenen nokta ise, toplumsal barışı tesis etmek ve siyasal kültürü demokratikleştirmekti.

Hakikat komisyonu”, amacı ve hedefi bu olan hesaplaşma arayışlarında ortaya çıkan yöntemlerden biridir. Yıllardır, bu yöntemin Türkiye’de gündeme gelmesi ve ciddiye alınması için uğraşanlardan biriyim. Nihayet geçen gün, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, bir “hakikat komisyonu” kurulması talebini partisi adına dile getirdi; kamuoyuna ve diğer siyasi partilere bu konuda çağrı yaptı. Tanrıkulu, somut bir model sunmak yerine, konunun toplumun her kesiminde tartışılmasını istedi. Buna paralele olarak da, Meclis’te grubu bulunan partilerin oluşturacağı bir “uzlaşma komisyonu”nun Türkiye’ye uygun bir hakikat komisyonu modeli üzerinde çalışmasını önerdi.

Talep somut, çağrı oldukça açıktı; üstelik ana muhalefet partisinden geliyordu. Normal bir ülkede, normal şartlarda bu çağrının önemsenmesi, meseleye dair araştırma ve yapıcı tartışma heveslerini canlandırması beklenir. Ama ne yazık ki öyle olmadı!

Hakikat komisyonu önerisinin daha önce Öcalan’dan ve BDP’den geldiği biliniyor. Belli çevreler, Öcalan’ın gündeme taşıdığı hiçbir talebin başkaları tarafından savunulamayacağını, aksi takdirde onunla işbirliği yapmış olacakları gibi akla ziyan gerekçelerle CHP’nin önerisine ve bu öneriye destek verenlere saldırdılar. Böyle yapmakla nasıl çelişkili bir konuma düştüklerinin farkında bile değiller. Kendileri için Öcalan, neredeyse “iyinin ve kötünün tek referansı”nı temsil ediyor. Bütün görüşlerini ve tutumlarını, Öcalan’a bakarak oluşturdukları yönünde güçlü bir şüphe uyandırıyorlar. İroni gibi gelebilir, ama bu tutum “sıkı bir Öcalancılık”tan başka bir anlam taşımıyor bence.

Hakikat komisyonu kurulması önerisine şimdiye kadar en yaygın tepki, CHP’nin “samimî olmadığı ve olamayacağı”dır.

Samimiyet tartışması, Türkiye’de sorunları çözmeye yönelik girişimleri daha baştan boğmanın yerleşik bir yöntemi haline geldi. AKP, laikler tarafından da makul gerekçelerle reddedilemeyecek bir teklifte bulunduğu ya da icraata giriştiği zaman, bu çevrelerin AKP’ye muhalefet için buldukları tek argüman “samimiyet” oluyor. PKK, silah bırakmak istediğinde veya makul açıklamalar yaptığında da aynı durumla karşılaşıyoruz. İşin acıklı yanı, başka konularda sürekli “samimiyet imtihanı”na tabi tutulanların, aynı imtihanı başkalarına karşı uygulamakta hiçbir beis görmemeleridir. Meselâ AKP ve muhafazakâr kesim, “samimiyetlerini ispat”a en çok davet edilenler iken, onlar da başkalarına karşı “samimiyetsizlik ithamı”nı rahatça kullanabiliyorlar.

CHP’nin hakikat komisyonu konusunda kararlı ve tutarlı bir politika oluşturamayacağı şeklindeki eleştiri ve şüphelerin temelsiz olduğunu düşünmüyorum. Ergenekon ve Silivri savunuculuğunun, hakikat komisyonu önerisinin ruhuna tamamen ters düştüğü noktasında da bir tereddüdüm yok. Ancak bu çelişkiler tablosunun sadece bir tarafına vurgu yapmayı da, ardında başka bir niyet veya hesap yoksa, siyasal çatışmaların dinamiklerini hafife almak ya da kavrayamamak olarak görüyorum.

CHP’de “farklı dinamiklerin karşılaşması”ndan ne gibi sonuçlar doğacağı, büyük ölçüde genel siyasal sürecin akışına göre belli olacaktır. Hakikat komisyonu önerisi, CHP’nin tam da kendini bu sürecin etkilerine açması anlamına geliyor. Bütün kamuoyu ve siyaset aktörlerine somut bir çağrı var ortada. CHP’nin samimiyetini ölçmek için, bu çağrıya olumlu cevap vermekten daha iyi bir yol göremiyorum.

CHP’nin “samimi olmadığı” ekseninde yürüyen bu tartışmanın yanında, bir de hiçbir şekilde “samimi olamayacağı” görüşü var. Burada da, CHP’nin öncelikle kendi geçmişiyle hesaplaşması gerektiği, ancak ondan sonra böyle bir öneri yapma hakkının olabileceği gibi bir gerekçe öne sürülüyor. Dünyadaki tartışmaları bilenler için, bu argüman hiç yabancı değil. Meselâ Nazi dönemini ve sorumlularını yargılamak için kurulan Nürnberg Mahkemesi’ne karşı, Alman toplumunun en yaygın tepkisi şöyleydi: “Müttefikler önce kendi geçmişlerine baksınlar, sonra Almanya’ya savaşın gereği olmadığı halde yağdırdıkları bombaların ve öldürdükleri sivillerin hesabını versinler!

Japon toplumu da, savaşın ardından aynı amaçla kurulan Tokyo Uluslararası Askerî Mahkemesi’ne benzer gerekçeyle karşı çıktı: “Savaştaki en büyük suç atom bombasıdır; bunun hesabı verilmeden, hiçbir şeyden ve kimseden hesap sorulamaz!

Evet, Türkiye’nin karanlık dönemleri bir hayli fazladır. CHP de, bu karanlıklarda belirleyici bir tarihsel role sahiptir. Ama 1915’ten 6-7 Eylül’e, darbelerden katliamlara, köy yakmalardan insan yakmalara uzanan bu kanlı karanlıkta, hangi toplumsal ve siyasal çevre tamamen temiz olduğunu iddia edebilir? İlk taşı atacak bir günahsız var mı? Ayrıca tarihsel sorumluluk açısından sicili en ağır olan aktörün yüzleşme davetinde bulunmasını, kendisinin ve başkalarının ezberlerinin bozulmasına yol açacak bir süreci başlatacak olması dolayısıyla, salt basit politik hesaplara dayanan değersiz bir hamle olarak görmek, “yüzleşme korkusu”nun bir ifadesi olamaz mı?

Hakikat komisyonu, sarsıcı olma potansiyeline sahip çok önemli bir yüzleşme aracıdır. Yüzleşme süreci bir kere başladığında, hiç kimsenin önceden göremeyeceği etkiler doğurur. Yüzleşmeye cesaret eden, istese de istemese de dönüşür.