“Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan, diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır…

Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar…

Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar.”

Elisabeth Kübler Rose

Bir ilk güz sabahı yüz yüze tanıştım onunla… Nöbet ertesiydi, mahmur gözlerle tepeden tırnağa süzdük birbirimizi, kanımız kaynadı hemencecik birbirimize! Yok yok, fokurdadı desem daha doğru olacak sanki…

Yol arkadaşım ve eşim Nure’nin sosyal medyadan arkadaşıydı… “Müftü” diyorlardı kendi aralarında, ona! Pek hazzetmezdim, bu sosyal medya arkadaşlıklarından!

Sonrasında nasıl olduysa ben de müridi olmuştum, onun! Her lakırdıya çakılacak lafı her telden fetvası vardı…

Sevgili Celal’le birlikte sesini duyurmaya gelmişti, Kado’nun oğlu; Bitlis’ten Ankara’ya oradan da İstanbul’a…

İlk karşılaşmalar hep biraz tuhaf olur, endazeye vurursunuz sanki birbirinizi; ölçer, tartarsınız! Öyle miydi? Pek sanmıyorum ama; oradan buradan laflayıp, şöyle bir girizgah sonrası enikonu hasbihâlleştik hani, 3ümüz; kadim dostu ve yayımcısı Celal, ben ve Müftüm…

Söyleyecek o kadar söz biriktirmişti ki, sigara içmemize ve havanın da hafifçe soğuk olmasına rağmen; eli olup da bizi bırakıp içeri giremedi, balkondan! Az için şu zıkkımı diyordu, yalnızca… Hastalığına gönderme yaparcasına…

Sonrası çorap söküğü gibi geldi… Onun deyimiyle, İstanbul’daki adresi olmuştuk… Yedi tepeli bu çukura her geldiğinde, asansör olmadığı için 4kat çıkmayı da göze alarak -başkalarının tüm ısrarlarına rağmen- bizde kalıyordu…

4kat taşımamak için aşağıdaki manava bıraktığımız kitap kolilerini almak uğruna gösterdiği marifet de iltifata mazhardı, hani…

Bu kitapları ben yazdım diyerek, kitap kapağındaki fotoğrafı yüzüne yapıştırmasına rağmen, manavın; yok bunları bana doktor teslim etti, kimseye veremem dediğinde imzalı bir kitabını rüşvet olarak bırakmak zorunda kaldığını her daim yüzümüze vurmaktan geri kalmazdı ya hadi neyse…

Beni Duyuyor musun? diyordu bakışları; Saroyan’ın hemşerisinin!

Sonra Alviran’ın Kızları ile tanıştırdı, bizi!

Alviran Köyü’nün kadınları ve kızlarıyla, “Sevgilim” diye saymaya başladık, her gece yıldızları…

Ve bir gece nöbetteyim, telefona mesajı düştü;

-Sana son kitabın pdf formatını yolluyorum okursun ve kitabın adı ile ilgili olarak da birkaç isimle ilgili olarak ne düşündüğünü yaz… diyordu, Müftüm!

Başlıyorum okumaya…

Bir taraftan da kıyamet kadar hasta var; gelmiyor, yağıyor sanki mübarek! Git gel hasta arasında, başlıyorum soluk soluğa okumaya, sabaha karşı bitiriyorum…

İnanılmaz bir bellek ve o bellekten damıtılmış yaşanmışlıklar eşliğinde aslında çok sevmediğim Ankara’nın o bizim bildiğimiz karanlık dehlizlerinden uzak, yalın, riyasız ve masum öyküler; sevgili Vildan’ın flâneur tanımlamasına cuk oturuyor… Hırlı hırsız mülkünü gezdirirken aynı zamanda yarattığı kalabalığı da suç ortağı yapıyor! Ben, hem dışını hem de içini çok sevdim ve 4gözle kağıdın dokusuna mürekkep kokusu sinmiş halini bekliyorum… diye, not düşüyorum bir kenara!

Ve böylece de Tele Takılan Uçurtma‘sının peşine düştük, Ankara Hikâyeleri‘nde…

Çok da uzak olmayan bir geçmişin çok dilli, çok dinli yani çok kültürlü yaşanmışlıklarından besleniyordu; Ergun Küzenk…

Yıllarca acıyla hemhal olmuş bu coğrafyanın tüm insanları gibi hüzün, acı ve sevgiyle ama neşe içinde dağarcığında demlediği sözcükleri artık kendine saklamayacak, içini dökecek, gülümsemesinin ardına gizlemeyip, bizlerle paylaşacaktı…

Evet, coğrafya hem kader hem de kederdi buralarda!

İnanılmaz bir gözlem yeteneğinin ördüğü; sade, alabildiğine içten ve bir dengbêj edasıyla sunulan anlatılar, sizi gözyaşlarıyla müstehzi sırıtışların birbirine karıştığı yaşanmışlıkların ta ortasına taşıyordu…

Herkese hep bir şeyleri, ötekileri veya birilerini hatırlattı!

Sevgili Özgül’ün de dediği gibi aslında; “… bizi birbirimize mayalayan insanlığımızı hatırlatıyor”du, Küzenk’in anlatıları…

Ve o; hepimize benziyor ve hiç kimseye benzemiyordu, aslında!

Bazen ele avuca sığmayan yaramaz bir çocuğun gözüyle gezdirirdi sizi mekanlarında, hayatı tiye alan… Bazen yarım kalmış aşkların epik bir kavuşmasını bazen de aşıkların atışmasını çağrıştırırdı, anlatısı…

Eminim, daha çok anlatacak öyküsü kalmıştır…

3.Kitabının arka kapağında sevgili Vildan’ın da paylaştığı gibi, biz mülksüzlerin evreninde; anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüz oldu, onunla…

Senin söylemeyi en sevdiğinle bitireyim…

Ha buralarım, ha buralarım, yanıyor be Kekom, ha buralarım!

***

Sevgili Ergun Küzenk’in anısına…