Son mübarek Cuma günü milli paramızı dolar karşısında tek günde %5,6 oranında değer kaybetmesi ve borsamızın %3,5 düşmesi bize 2018’de yaşadığımız trajedi ve travmaların tekrarı gibi geldi, bunu boğazımıza kadar hissettik. Adeta sinsi bir hastalık nüksetti. Bunun sebebi başta ABD ile, daha doğrusu Trump ile bizim Reis arasında, yaşanan ağız dalaşlarıydı. S-400, F-35, Halkbank, Reza, Fetö gibi kriz konularına, bir de Golan tepeleri hususu ve itişmesi eklendi. (Reuters haber ajansı, ABD'li yetkililere dayandırdığı haberinde, arapsaçına dönen F-35 satışı ile ilgili bir son dakika gelişmesini duyurdu. Reuters'a konuşan üst düzey yetkililer Ankara'nın Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi almasına tepki için F-35 teslimatını dondurabileceğini söyledi. Pentagon'da görevli üst düzey yetkili, F-35 üretiminde kilit rolü olan Türkiye'nin yerine alternatif aradıklarını da üstü kapalı bir şekilde söyledi.) Cuma günü yaşadığımız ani ve vahim çalkalanma bizlere bir şeyi daha bir daha ve daha da net ve berrak bir şekilde gösterdi. O da ekonomimizin aslında ne kadar kaygan ve zayıf bir zeminde seyrettiği. Dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında yer alan ve üstelik ilk 10 ekonomisi arasına girmeyi hedefleyen bir ülkenin ekonomisi, Amerikan Başkanının bir tweet’i, bir mesajı veya açıklamasıyla bir günde yıkılır mı? Yıkılıyor... Ege Cansen hocanın “Titanik’te kaptanın gala yemeği” tespitli yorumuna bakacak olursak; “Türk tahvilleri son olaylar yüzünden değer kaybedince, ‘ikinci el tahvil piyasasında bizim kağıtların fiili dolar faizi’ %10’ların üstüne çıktı. Bu da, yeni borçlanmalarda dövize %10’dan yüksek faiz teklif etmek zorunda kalmak demektir ki; bu fahiş faiz, borçlanmada ‘sonun başlangıcı’ olabilir...”

Hükümetimiz var olan bütün gücünü ve olanaklarını kullanarak ekonomik verileri ve durumu 1 Nisan’a kadar ‘tutmaya’ çalışıyor ve çabalıyor. Damat Bakan Albayrak halen suratında beliren o mahcup gülümseme ile kendi söyleyip kendi dinlemeye devam ediyor, diyor ki; “Nisan ayında yol haritasını açıklayacağız. Biz 8-9 ayda atılacak adımları birkaç ay içinde attık. Bizzz…” Oysa beliren bu kırılganlık, volatilite ve kaypaklık vaziyeti seçimlerden sonra her şeyin çok daha kötü olacağını henüz görmek istemeyenlere bile gösteriyor. Zamanla donuk krediler batık krediler haline gelir, konkordato yasaklandığı veya zorlaştırıldığı için, iflaslar başlar. Eğer IMF gelmez ve Batı ile ve dünyayı yönetip yönlendiren finans dünyalarıyla barışılmadığı takdirde, ekonomik krizimiz 1 sene değil, birkaç sene sürer. Hele ki “Dedeleriniz geldiler, burada olduğumuzu gördüler. Sonra kimi ayakları üstünde, kimi tabutlarla geri döndüler. Şayet aynı niyetle gelecekseniz, sizi de bekleriz” gibi her gün ve her miting meydanında tekrarlanan tuhaf ve bize hiç yakışmayan söylemlerle dünyanın öteki köşesindeki Yeni Zelanda’yı bile kendimize düşman bilip kışkırtmaya, bu güzel ülkemizi dünyanın geri kalan kısımlarından yalıtmaya ve ötekileştirmeye yönelik politikalar devam ederse, doğrudan lig düşeriz. Maalesef şu anda sıradan bir Türk vatandaşının satın alım gücü, Hindistan ve sair Doğu Asya ülkeleri ayarına geriledi. Diktatörlük kokan otokratik hamleler sürerse, bu sefer Afrika ülkeleri ile kendimizi aynı potada buluruz...

1 Nisan ile birlikte Türkiye’de her şeyin baştanbaşa değişeceğini düşünmek ve ummak gibi ucuz hülya ve hayallere kapılmamak gerekir. Her şeyden önce bu genel seçim değil, bir yerel seçim. Ve ülkemizin belli başlı muhalefet partilerinin bundan çeyrek asır kadar önce birbirinden iğrenç, anlaşılmaz ve ahmakça hatalar yaparak memleketi Ak Parti’nin eline teslim ettiğini, adeta hediye paketine sararak ve bir de diz çökerek Tayyip Erdoğan’ın avucuna bıraktığını biliyoruz, bunu bizzat yaşadık, gördük, tecrübe ettik ve hissettik. Seçmende oluşan bir başka yılgınlık ise, MHP ile Ak Partiden oluşan Cumhur İttifakının alacağı bariz bir yenilgi veya keskin bir oy düşüşünün bizi, hepimizi belki birkaç aylık bir zaman süresi içerisinde bir başka seçime sürükleyeceği “gerçeğidir”. Bu yine Bahçeli’nin öneri ve teklifi ile, Erdoğan’ın yepyeni yıldırma, bezdirme ve korku salma politikaları ile gerçekleştirilebilir. Türkiye’de yaşayan insanlar artık en azından 2023’e kadar seçimsiz dönem yaşamak istiyorlar. Her sosyoekonomik tabadan her bireyin dünyası ve yaşamı siyaset ve ekonomi ile doldu taştı. Hayat bu değil! Fakat mecbur ve mahkûm bırakıldığımız bir simülasyonu (en çok da) on yıllardır tekrar ve tekrar yaşamak, cebelleşmek, bununla savaşmak zorunda bırakıldık, bırakılıyoruz… Geleceğin parlak ışığı ufukta mevcut değil ve sadece “inanmakla” olmuyor.

Bazen bir kişiye, kuruma, ulusa onun kendisine olan güveninden daha fazla güvenirsiniz. Ve doğal olarak çoğu zaman yanılırsınız, %99 oranında. Peki, o %1’lik dilim beslediğiniz bu güvene değer mi? Tabii ki hayır…