Meral Okay’la iki kere röportaj yaptım.

“Gel bakalım küçük kız” demişti ilk karşılaşmamızda. Mesleğe yani başladığım dönemdeydi. 16-17 yıl önce. Hangi konuda röportaj yapmak için gittiğimi hatırlamıyorum şimdi. Zaten beş dakika sonra bir önemi kalmamıştı. Hayata, aşka, geleceğe, geleceksizliğe dair o kadar güzel, o kadar dürüst, o kadar bana değen sözler ediyordu ki büyülenip kalmıştım orada...

Günlerce düşünmüştüm söylediklerini. Röportajı çözdükten ve yayınladıktan sonra tekrar dinlediğim tek ve muhtemelen son söyleşimdir...

***


“Ara beni” demişti.

Aramamıştım. Bir daha beni hatırlamaz diye düşünmüştüm.

Yıllar sonra başka bir röportaj için buluştuk. Görür görmez yine “gel bakalım küçük kız” demişti. “Niye aramadın beni?”

Çok ama çok şaşırmıştım. Unutmamıştı. Ne beni ne arama sözümü.

Ama işte ben, asosyal eşek kafa ben, yine arayamamıştım. Çok istediğim halde.

***


Neden bu kadını bu kadar sevdik diye düşünüyorum..

Neydi ondaki olağanüstülük?

Neden tanıyan herkes büyüleniyordu ondan?

Tek tek röportajlarını okumaya başladım.

Bir imbik gibi duruyordu işte karşımızda.

Tek bir sözü, tek bir cümlesi yoktu ki öylesine edilmiş olsun.

Ama bizi en kıskıvrak yakalayan, İsa’nın haçı taşıdığı gibi yüklendiği ölümsüz aşkıydı galiba. Ve o ölümsüz aşkın karşısındaki kendi duruşu.

“En zoru bir ölüye âşık kalmak” demiş dokuz yıl önce Ayşe Arman’a.

“Bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca, bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana” demiş bir başka yerde.

Galiba kendimizi en zavallı, en küçük, büyük bir aşk karşısındayken hissediyoruz. Büyük aşklar, kendi çadır tiyatrolarımızın sefilliğini yüzümüze vuruyor. O ta en içimizi yakıyor...

***


“En başa çıkamadığım yaşamak” demiş sonra yine bir yerde.

Haklıymış. Henüz 53 yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Git bakalım büyük kız...

Çiçeklerle karşılasın gene seni Yaman’ın. Yaşarken her gün yaptığı gibi.