Dağ başında bir köyde, ufacık bir lokantada meşe ağacının altındayız. İki İspanyol, iki Polonyalı, iki Türk, bir Macar, bir Kanadalı ve bir Yunan... Yemek yiyor ve şarap içiyoruz. Bir yandan tatlı tatlı hayat hikâyelerimizi anlatıyoruz. Hepimizi bu dağ başında, bu ihtiyar meşe ağacının altında birleştiren Yunanca öğrenme hevesimiz gibi görünse de aslında biliyoruz ki başka bir şey.

İspanyollardan biri doktormuş. Anestezi uzmanı. Esmer, yakışıklı bir adam. 10 yıl kadar doktorluk yaptıktan sonra bir sabah uyanmış ve yaptığı şeyi çok saçma bulmuş. Hastaneye gitmiş, o günkü işini bitirmiş ve akşamında istifa etmiş. Ve ertesi gün de kendini yollara vurmuş. Birtakım tesadüfler onu İkaria adasına getirmiş. Dört haftadır bilmediği ve üzerinde düşünmek istemediği nedenlerle Yunanca öğreniyor. Başkaca hiçbir derdi olmadığı için de çatır çatır sökmüş... Bir daha İspanya’ya dönmek istemiyor.

Polonyalılar sevgili. Polonya dışında bir hayat istiyorlar. Sırtlarında çadırları altlarında süper külüstür arabaları oradan oraya gezerken kendilerini bu adada Yunanca öğrenirken bulmuşlar.

Macar kız, her Türk erkeğinin hayal ettiği türden meleksi bir sarışın. Doğu Kültürleri bölümünde okuyormuş. Endonezya ve Malezya dillerini öğrenmiş. Şimdi Yunanca öğreniyor. Yunancayı söktükten sonra eminim masterini yaparken Türkçe, doktorasını yaparken Farşça, bir de üstüne Arapça öğrenecektir. Belli ki hayatı boyunca öğrenci kalacak tiplerden. Sonra öğrencilikten emekli olacak... Galiba tarihçi olduğu için Yunanca öğrenmesi gereken Kanadalı ile aralarında bir yakınlık gelişmiş. Birbirlerine mahcup mahcup dokunuyorlar. Birinden biri kendi ülkesine dönmeyecek belli...

Ben... Bildiğiniz gibi...

Sahi... Biz neyden kaçıyorduk anne?

***


Sabah, öteki İspanyol Ester’i (grubun tek işi olan kişisi) adanın öbür ucundaki havaalanına bıraktık. Havaalanına yakın bir kasabada kahvaltı yaparken yan masada biblo gibi bir delikanlı oturuyordu. Lüle lüle saçları uzamış, uçları güneşten hafif sararmış. Kız arkadaşımla hakkında konuşurken dönüp gülümsedi. Nerelisin diye sorduk İsrailliymiş. Şimdi sıkı durun: 3 yıldır yollardaymış! Yalnız. Sırtında çadırı, müsait bulduğu yerde konaklaya konaklaya dünyanın neredeyse tamamını gezmiş. Sonra beraber gezmeye karar verdik. Ona Mark Boyle’nin Meteliksiz kitabından söz ettim. “Ben de neredeyse öyleyim” dedi. Akşama kadar beraberdik. Sonra onu güzel bir plaja bıraktık ve ayrıldık...

Başka bir hayat mümkün...