Osmanlı’nın son demlerinde eğitim konusunda ciddi bir “ikileşme” başgösterdi. Devletçe benimsenen Batılılaşma politikası, kendi eğitim modelini gerektiriyordu. Geleneksel eğitimin buraya doğru evrilmesi mümkün değildi. Toplumun genel yapısı, zihniyeti düşünüldüğünde hemen ya da bütünüyle terkedilmesi de zor görünüyordu.

Bu onyıllar boyunca ikileşme yalnız eğitimde değil, toplumsal hayatın ve kurumların hepsinde geçerliydi. “Yerli/yabancı”, “eski/yeni”, “Doğulu/Batılı” veya “alaturka/alafranga” karşıtlığı Osmanlı, sonra da Türkiye toplumunun birinci özelliği olmuştu. Batı tarzında çalışan –daha doğrusu, “çalışmaya çalışan”– okulların yayılması için en fazla çaba harcayan da Abdülhamid olmuştur.

Cumhuriyet bu ikileşmeyi sona erdirmeye ve yeni hayatın dinamiğini bu ikiliklerin bir (Batılı) yanında toplamaya kararlıydı. Tevhid-i tedrisat konusu 1924’te çıktı. Bununla Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin uhdesinde olan bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Medreseler kapatıldı. Din dersi kaldırıldı. Ama aynı zamanda, çeşitli Avrupa ülkelerinin burada açtığı okullarla azınlık okullarına da el atıldı. Türkçe dersler okutmaları zorunluğu getirildi. “Türk müdür” zorunluğu eklendi.

Böylece, ikileşmenin sonu gelmiş gibi göründü. Yirmiler boyunca ilk iman-hatip okulları da açıldı. Ama bunlar “sahici imam-hatip okulu” olarak tasarlanmıştı. Onun için kimsenin ilgisini çekmediler ve kapandılar. Halk Partisi, iktidarının sonuna doğru, 1948’de, imam-hatip “kursları” düzenlemeyi denedi. 1950’de ciddi bir seçim yapılacaktı ve CHP bunun öncesinde topluma din konusunda güven vermek istiyordu. Bunun için geleneksel politikasında önemli denecek değişiklikler yapmıştı. Ama asıl imam-hatip okulları 1951’de açıldı. Bunlar yedi yıllık okullardı. Bildiğimiz “orta” ile “lise”yi kapsıyorlardı. 1951’den 1980’lerin sonuna, bu okulların sayısı 450’ye, okuttukları öğrenci sayısı 90.000’e dayanmıştı. Her dönemde yenileri açıldığına göre, bunları tek bir partinin politikasının ürünü gibi görmek de mümkün değildir.

“Tevhid-i tedrisat” kanununu çıkaran Cumhuriyet devleti, gene kendi eliyle, adı konmamış ve resmîleşmemiş “Tefrik-i tedrisat” uygulamasını da getirdi.

Nasıl ve niçin oldu bu?

Çünkü o ikilik söz düzeyinde kalan bir şey, yapay bir şey değildi. Toplumun DNA’sına sinmiş bir şeydi. Yüz yılı aşkın bir süredir gene çözülmüş bir şey olamadı, aşılamadı, hâlâ, belki en şiddetli haliyle, devam ediyor.

Ama o “tevhid” kelimesi gerçekliğe hiç yansımadı diyebilir miyiz? Bence, diyemeyiz. Aslında düz lisenin verdiğiyle imam-hatip lisesinin verdiği, birilerinin sandığı kadar büyük farklılıklar içermiyor. Çünkü sonunda her türlü müfredat aynı bakanlığın aynı talim-terbiye kurulundan çıkıyor. Bunun böyle olması iyi oluyor mu, diye sorarsanız, bence iyi miyi olmuyor. Ne onun, ne de öbürünün doğru dürüst bir eğitim olmamasının nedeni de zaten bu. Aynı zamanda yabancı okulların, azınlık okullarının kimyasını da bozuyor bu uygulama. Ama konuya, eğitimin genel içeriğinden değil de, bu “tevhid” derdinden bakanlar için o kadar endişelenecek bir durum yok. Merak etmeyin, hepsi kötü!

Gene de, kendini “mütedeyyin” hissedenler için imam-hatipi tercih etmenin yeteri kadar nedeni var.

Bu durum, “laik Cumhuriyet”imizde bir garabet yaratıyor. Tabii, her şeyden önce “Diyanet İşleri”nden başlayan bir garabet bu. Dini denetleme ihtiyacından vazgeçemeyen laik devlet imam-hatip lisesi gibi Diyanet İşleri’ni de bağrına basmış.

“Garabet” orada durmuyor, oradan “mütedeyyin” kesime de sıçrıyor. Devlet Kemalizm’in güdümünde giderken bu durumdan şikâyetçi olanlar (sözgelişi, “Diyanet İşleri”ne “Cinayet İşleri” derlerdi), şimdi, iktidarın ibresi kendilerine doğru kayınca, eski şikâyetlerinden vazgeçtiler. Çocuklarını imam-hatip lisesine gönderenler de, dinî eğitimin sivil ellerce örgütlenmesinden yana gibi görünmüyorlar. İşin parasını devlet versin, din eğitimini de mütedeyyin parti denetiminde devlet versin, onlar için ideal çözüm bu.

“Eğitim Reformu”nun koordinatları bunlar.