Geçen gün Tahran’daki İdlib Zirvesinde Türkiye, Rusya ve İran liderleri arasındaki söz düellosunda bir şey dikkatimi çekti. Putin ve Ruhani ellerinde heyetlerinin hazırladığı metinlere sadık kalırken ve ülkelerinin politik söyleminden sapma göstermezken, Erdoğan defalarca söz aldı ve şifahen bazı dilek ve temennilerini dile getirdi. Bu konuda görünüşte iyi niyetli olsa da aynı zamanda oldukça popülist tavrı ve mimikleri, giderek Ruhani ve Putin şaşırarak gülümsemeleri ile noktalandı ve netice itibariyle zaten önceden hazırlanmış olan bildiride Türkiye’nin istek ve talepleri doğrultusunda herhangi bir değişikliğe gidilmedi. Putin’in olağanüstü kariyeri zaten ortada. Bizim liderimiz Erdoğan tabiri caizse “hayat üniversitesinden” mezun olmuş başarılı bir siyasetçimiz. Kafasındaki milli ve yerli başlıkları hükmünde olan beyaz sarığa bir zahmet takılmazsanız, Hasan Ruhani ise Tahran’daki hukuk lisans öğreniminin ardından İngiltere’de hukuk doktorası yapan, iyi derecede Fransızca, Almanca, İngilizce, Arapça ve Rusça bilen ve konuşan bir siyasi figür.

Recep Tayyip Erdoğan gayet dirayetli, azimli, yüksek iradeli ve karizmatik bir lider olsa da, çok açık ve aleni bir şekilde, bahsedilen şahıslar arasındaki eğitim ve kültür durumu ve farkı (hatta uçurumu) canlı yayında gözlemlenebiliyor ve değerlendirilebiliyordu. Bir başka ilginç nokta ise, Tahran’daki bu İdlib Zirvesinden daha saatler önce İdlib Rusya ve Suriye savaş uçaklarınca vuruldu. Zirveden sonraki gün de keza bu bombardımanlar devam etti. Üstelik Türkiye’nin Esed ve Suriye’nin geleceği konusundaki tezini Rusya ve İran hiçbir şekilde kabul etmiyor ve Esed’in kendisine karşı son silahlı direniş kalesi konumundaki İdlib de dâhil olmak üzere Suriye topraklarının tamamını tekrar kontrol altına alınmasını savunuyorlar. Bu çelişkili ve esneklik kabul etmeyen durum, Suriye’nin geleceğinde taraflardan birinin mutlaka ciddi tavizler vermesinin, milli politika ve jeostratejik söyleminden 180 derece sapmasının gerekli olacağını gösteriyor. Astana süreci ve ruhu daha çok Rusya ve İran arasında büyük ölçüde bir ittifak ve mutabakat sağlarken, Türkiye’den belli bir yere kadar destek almayı amaçlıyor gibi gözüküyor. Yani Ruhani ve Putin bir süre daha Erdoğan’a tebessüm edecek ve Türkiye’ye karşı iyi niyet dolu sempatik mesajlarını tekrarlayacaklar.

Her ne kadar 2023 hedefleri arasında yer alsa da, değil önümüzdeki 5 yılda, 50 yıl içinde bile dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmemiz çok zor görünüyor. Ayrıca, bir ülkenin ekonomisinin büyüklüğü ile vatandaşının refah seviyesi her zaman paralel seyretmez. Örneğin ABD ekonomisinin yıllık büyüklüğü 18 trilyon dolar, Çin ekonomisinin ise 12 trilyon dolar. Oysa ABD bu para ile 330 milyonu doyururken, Çin 1 milyar 300 milyonu doyurmaya çalışıyor. Yani bu iki dev ülkenin refah seviyesi arasında bile büyük bir ayrışma var. ABD savunma harcamalarına 700 milyar dolar ayırırken, Çin 200 milyar dolar ayırıyor. ABD 1950’den beri savunma sanayiine kendisinden sonraki 10 ülkenin toplamından daha fazla para harcadığı için, bu konuda da dünyanın tartışmasız lideri ve egemen gücü konumunda bulunuyor.

Kayseri Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanımız Ömer Gülsoy “Dolar literatürden çıkarılsın” diye bir laf etti. Hemen üzerine kendisinin döviz bürosu sahibi olduğu ortaya çıktı. Zaten milli ve yerli bir dil kurmaya ve kullanmaya çalışırken, “literatür” sözcüğünü kullanması bile bir çelişkiyken, bu bilgi ve teknoloji çağında samimiyetsizliği kısa bir süre içerisinde ortaya döküldü. Bugün açıklanan büyüme verisine göre, sanayi büyümeyi sürdürürken, inşaat sektörü yerinde sayıyor, tarım sektörü ise 1,5 oranında küçülmüş bulunuyor. Öte yandan, aynı ülkenin Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli (tarım ürünlerine peş peşe gelen zamlarla ilgili olarak) “Milletçe milli bir duruş sergileyerek, gereken cevabı veriyoruz” diyor. Gerçekten her bakanımız birer Levent Kırca rolüne bürünmüş durumda.

Economist dergisi bugünkü dünyayı şöyle tasvir ediyor: “Demokrasi Amerika’da tehlikeli bir dönüşte. Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da popülistler ilerliyor. Otoriterler gücünü pekiştiriyor. Liberal düşünürlerin en karamsarları bile bu kadar karamsar olamazdı.”

Noah Harari’nin ise son kitabında şu noktalara değiniliyor; “Özgür ifadeyi kendi sınırları dışında bile zora koşmak tutucu rejimlerin alametifarikasıdır… Sözde demokratik devletler hukuk sistemini hiçe sayıyor, basın özgürlüğünü kısıtlıyor, her tür muhalefeti hainlik diye nitelendiriyorlar. Türkiye ve Rusya gibi ülkelerin başındaki iktidar sahipleri yeni bağnaz demokrasi tipleri deneyip, düpedüz diktatörlük uyguluyorlar… Milliyetçi bağlarla dini gelenekleri kaynaştıran benzer nostaljik hayaller Hindistan, Polonya, Türkiye ve birçok başka ülkedeki rejimlerin belirleyici özelliğidir.”