Savaş çığlıkları, meydan okumalar, kavmi, ırkı, milleti yücelten milliyetçi haykırışlar, “biz çok güçlüyüz” böbürlenmeleri, tehditkâr nutuklar her zaman kitleleri hareketlendirir, “şiddet” kendi çevresinde heyecanı yüksek bir taraftar kalabalığı oluşturur, bir tür toplumsal “doping” etkisi yaratır.

Bu heyecan, bu dopingli kabarma siyasetçilerin hoşuna gider.

Hem safları sıklaştırmanın, hem gerçek sorunları gizlemenin, hem de taraftarı hareketlendirmenin en iyi yoludur.

Ama her “doping” gibi bir sorunu vardır.

Bünyede hasar oluşturur.

Tedavisi zor yaralar bırakır.

Dün İhsan Dağı, Zaman gazetesinde çok güzel anlatıyordu; savaş daima demokrasiyi ve sivilleşmeyi geriletir, silahı ve silahlıları yüceltir.

Hükümet son zamanlarda şiddetli ve tehditkâr bir üsluba fazla abanıyor.

Başbakan’ın İsrail’le ilgili her açıklamasından sonra “Türkiye mutlaka savaşmak mı istiyor” sorusu insanın zihnine takılıyor.

Başbakan’ın yakınları “Doğu Akdeniz’i kontrol etmenin yararları” üzerine yazılar yazıyor.

Kıbrıs’ın stratejik öneminden bahsediyor.

“Kıbrıs’ın jeo-stratejik önemi ve Doğu Akdeniz’i denetlemenin gereği”
konuşmaları bize hiç yabancı değil, biz bunları yıllar önce generallerden de dinledik.

Garip bir biçimde, “Gazze” meselesi yavaş yavaş “Doğu Akdeniz’in egemenliği” meselesine doğru kayıyor sanki.

Bu konuşmalar, bu yazılar, “emperyal bir gücün fütuhat hazırlığı” gibi çınlıyor insanın zihninde.

“Biz çok güçlüyüz ve bölgeyi biz denetleyeceğiz”
inancı, milliyetçi ruhlara tatlı bir şerbet hazzı verebilir ama “evrensel bir akılda” ciddi endişeler yaratır.

Doğrusu ya ben, Osmanlı’yı dünya savaşına koşa koşa sokan Enver Paşa’nın ahmaklığının bir kez daha yaşanmasını pek istemem.

Koca imparatorluk, hayal dünyasında yaşayan bir budalanın “Almanya’nın oyununa gelmesi” sonucu çatır çatır parçalanmış, insanlar ölmüş, sefalete düşülmüş, büyük acılar çekilmişti.

Gerçekler, milliyetçilerin en çok nefret ettiği şeydir, onlar bir masal dünyasında, hayallerle avunarak yaşamayı, gerçeklerle yüzleşmeye tercih ederler.

Ama sonunda mutlaka gerçeklerle yüz yüze gelinir.

“Çok güçlü olduğumuza”
ve neredeyse yeryüzünde herkesi yenebileceğimize iman etmiş bir duygusal coşkuyla “Barbaros harekâtı” planları hazırlıyoruz ama galiba nasıl bir ülke olduğumuzu unutuyoruz.

Önce askerî konulardan başlayalım isterseniz.

Bizzat Genelkurmay Başkanı’nın ağzından ifade edildiği kadarıyla, “tüfeğini mevzide bırakıp kaçan komutanların olduğu kepaze bir ordumuz” var.

Bu lafları söyleyen general, ordunun durumunu hepimizden iyi bilen biri.

Bütün ülkede duyulan bu sözler söyleneli çok olmadı, o zamandan bu zamana ordunun durumu değişti mi, birdenbire müthiş bir ordumuz mu oldu?

Bu “fütuhat” arzusunu destekleyen nasıl bir silahlı güce sahibiz?

De ki müthiş bir ordumuz var ve Doğu Akdeniz’i donanmamız fethedecek, oradan geçen herkes bize hesap verecek.

Bunun Türkiye’ye nasıl bir yararı olacak?

Böyle bir savaş ve böyle bir denetim için bu ülke silahlara kaç para harcayacak, o paraları nereden bulacak, hangi kaynaklardan kesecek, sağlık, eğitim, ulaşım yatırımları böyle sürekli bir “savaş” halinde de sürebilecek mi?

Üstelik biz savaşa Doğu Akdeniz’e giderken zaten içimizde savaş devam ediyor.

O savaşı durduracak, Kürt meselesini çözecek hiçbir adım atmadan, “demokratikleşemeden” başka bir savaşa koşturmanın anlamı ne?

Doğu Akdeniz’de savaşacaksak, o savaş sırasında içerde “demokratikleşme”, yumuşama, sivil bir anayasa yapma imkânı olacak mı yoksa İhsan Dağı’nın da vurguladığı gibi “askerleşme” mi hızlanacak?

Yeni bir anayasa yapmadan, Kürtlerin haklarını tanımadan, kendi içimizdeki savaşı sona erdiremeden, bizzat hükümet üyelerinin “ekonomik durgunluk” uyarılarına aldırmadan biz niye Doğu Akdeniz egemenliğine merak sardık?

Hadi biraz daha net ve anlaşılır söyleyeyim: “Kardeşim sen kendi ülkendeki dağları denetleyebiliyor musun ki Doğu Akdeniz’in denetimi peşine düşüyorsun?”

Yanlış hatırlamıyorsam, Falih Rıfkı, “Cephede her asker öldüğünde Saray’daki paşaların göğsünde yeni bir madalya parlıyordu” diye yazmıştı.

Hükümetin göğsündeki madalyaları ölen çocuklarla mı parlatacağız?

AKP, daha geçen yıl gördüğümüz “barışçı, sivil, sorun çözücü, demokratik bir ülke isteyen” kimliğine yeniden dönse herkes için daha iyi olacak.

Yoksa bu garip çıldırma hali sonunda bir bela çıkartacak başımıza.