“Devlet bize barış versin”… Evet yanlış okumadınız, bu söz bir zamanlar Kürtler tarafından en çok seslendirilen repliktir.90’lı yıllarda mikrofon gören Kürdün o an için yaşadığı acıyı bırakıp devlete seslenme cümlesiydi. Neydi o acılar? Şöyle vicdanları yanımıza alıp tarihin yakın döneminde halen hafızalarda insan olmak mı olmamak mı durumuna nail olma halini çok net şekilde insan evladına sunan o acılara bir bakalım, yok bakmayalım direk hissetmeye çalışalım.

Bir kış günü köyü yakılmış yalınayak bir köylü veya Lice’de işyeri taranmış bir esnaf, Cizre Newroz’unda zorla panzere bindirilen bir baba... Daha acısı devlet gözetiminde babasının gözlerinin önünde tecavüz edilen kız çocuğu. Bebek yaşta annesi Fatma Tokmak’ın gözleri önünde vücuduna sigara basılan Azat. Kimlik kontrolünde sebepsizce dayak atılan 70’li yaşlarında bir dede. Ölmüş bedeni panzerin arkasına bağlanmış ve saatlerce ilçede gezdirilen bir gerillanın kardeşi. Türkçe bilmediği için okula giderken öğretmeninden bilmediği bir dilden dayak yiyen bir çocuk. Zorla bir kamyonun arkasına atılmış eşyaları ile göçe zorlanan bir anne.. Kendi toprağında zulme uğrayan her çiçek, her daim devlet eliyle yakılan ağaç ve her böcek… 17.500 faili meçhul… Yakılan 4.000 köy… Yakılan binlerce ağaç… Telef edilen binlerce hayvan… O tarihte her an’a bir acı düşüyordu Kürdistan’da…

İşte o anlarda ağızdan çıkan ve suya hasret bir edayla söylenen bir söz “devlet bize barış versin”..

Evet çok değerli pratiği söylemden ileriye gidemeyen vatan evlatları ve başkasının teri ile performansa dahil olmaya çalışan çok değerli değnekçi kardeşlerim. Değnekçi dediklerim bir çay bahçesine, bir otoparka kutsal değerler üzerinden her şeyini unutanlardır. Hitabetimi onlar üzerinden sürdürmeye devam edeceğim. Evet cümlemize sebep olmuş cümlesizler; o zamanlar “devlet bize barış versin” diyorduk düşük yoğunluklu bol ölümlü savaş halinde.

Gel zaman git zaman “devlet bize barış versin” diyen ahalimizin sesi ve direnişi sayesinde çok değerli koltuk sahipleri, ileri gelenler yani ihale dağıtıp devlet yöneten ağabeylerimiz dediler ki gelin size “barış” verelim. Lakin bakmayın “size barış verelim” dediklerine hem şartlar hem mücadele hem de tarih zaten barışa borçlandırmıştı bu toprakları. Kısacası devleti alanın seçimle ihale yapan ağaları mecbur kaldılar. Tabi muhasebe yapmayı da unutmamışlardı. Ellerinde hesap makinesi dışarıda anketörler puan hesaplıyordu. ‘Baldıran zehri içtik’ deyip ortada gezenler meğerse gizlice gazoz içmiş ki gaz yapmaya başladı. Bütün dünyanın gözü önünde okunan bir mutabakatı ‘ben okumadım miki okudu’ dedi zatı şeriflerden bir tanesi. Siyaset dublör kaldırmıyor işte.

Sonrası seçim ve başkansız bir saray olunca gelsin savaş tamtamları.

Rojava’da kendi toprağını ve canını korumaya çalışanlara nasıl yaklaştıklarını konuşmaya bile gerek yok sanırım. Ben yazarsam utanırım siz okurken ama onlar yaşatırken hiç utanmadı.

Barış süreci denen ve tek taraflı ilerleyen süreç boyunca hiçbir adım atılmamasına rağmen sadece süreci başlatmayı evet yanlış duymadınız sadece başlatmayı sorunun çözümü sanan bir zihniyet canlı yayınlarda sınırdan geçen Işidlilere rağmen (giden silah yüklü tırlara ve patlayan bombalara değinmiyorum bile) dünyanın gözü önünde cereyan eden her şeyi inkar edince yaşananları olmadı sanıyor.

Gencecik pırıl pırıl devrimcileri Suruç’ta katlettikten sonra İşid’i vurmaya giden uçaklar da ezberledikleri rotayı takip edince karşılıklı ölümler sardı yine coğrafyayı..

Müzakere masasında hilekar kumarbaz gibi alenen durmadan kağıt çalıp hiçbir şey olmamış gibi davranınca bu yandaşlı bol kalemli ve spekülasyoncu çevre kendi elleriyle savaş çıkarmak için her yolu denediler. Masada oralet içemeyen bu değnekçi tayfa da fırsat bu fırsat deyip oraletler söyleyip adisyona yazdırmaya başladılar. O oraletin içinde bu topraklarda yaşayan herkesin kanı var ve bunu biliyorlar ne yazık ki.. Yani güncel olayları takip etme olayını herkes kendi muhatabının ağzından değil de bu nadide iletişim çağında birkaç ayrı yerden okusa belki de bu yazı yazılmayacaktı, kim bilir?!!

“GEL DEVLET SANA BARIŞ VERELİM”

Aklı ve vicdanı aktif olan her bireyin mevcut atmosferde neler döndüğüne dair kısada olsa fikri oluşmuştur. Sistem dediğimiz ve kendine devamlılığı esas alan zihniyet 40 yıldır söylenen cümleleri manşete taşımaya devam ediyor. Olası şiddetli bir savaşın fragmanını izlediğimiz şu günlerde ileride ne olacağına dair net bir tablo çıkarmasına rağmen ısrarla savaş istemek her bedene kurşun sıkmaktır. Ölümden payda çıkarmanın yaşamda birer eksiğe döneceğine şahit olmuş bu coğrafya şimdi “gel devlet sana barış verelim” diyor.

Şiir kitaplarının nerdeyse hiç satılmadığı lakin herkesin şair olduğu güzide ülkemizde; göstermelik demokrasi söylemleri ne yazık ki 90’larda olduğu gibi hiçbir şeye yaramıyor. Savaş başlatmakla suçladıkları kitlenin gelin barışta ısrar edelim söylemlerine ve pratiklerine ısrarla 40 yıl geriden gelen ithamlarla yaklaşmak sadece tabut getirir.

Barış süreci ve özelde seçim döneminde yaşanan ölümlere, şiddete bakmak bile kimin daha samimi olduğunu göstermeye yeterlidir.

Kişi başına 10 stratejist ve her aileye 20 güvenlik uzmanı düşen bu tv programı çağında seçimin verdiği mesajı algılamayıp “kaosta” ısrar eden bir akıl ve 6 milyon oyu saymam diyen rakam ve algı geriliği yaşayan bir diğer akıl, söz konusu barış olunca nasıl da aynılaştılar. Hepsi ve herkes biliyor ki bu ülkeye barışın gelmesi demek şu an üst perdeden konuşan zatların boşa çıkması demek ve bir kısmının yargılanması demek. Bir tarafta kendi geleceği için herkesi feda etmeye hazır bir azınlık bir tarafta kocaman bir ülke ve ülkenin içinde “devlet gel sana barış verelim” diyen halklar…

Biz biliyoruz ki eninde sonunda barış diyenler kazanacak… Şimdi “devlet bize barış versin” zamanı değil “devlet gel sana barış verelim“ zamanı…

Son söz; gidemediğin savaş senin savaşın değildir ve savaş isteyenler savaşlarına sahip çıksın; en önde cepheye gitsin …