Bir insan düşünün…

Erkek bedeninde doğmuş…

Ama kendini kadın gibi hisseden…

Ve sonunda aklındakini yapan…

Vücudunu istediği şekilde değiştiren…

Bu cesur kararı alabilen…

Ve bunu yaparken sanatının gücüyle mahalle baskısını da arkada bırakan biri…

Evet, Bülent Ersoy’dan bahsediyorum.

 

Her yıl darbenin yıldönümünde solcuların ve ülkücülerin hikayeleri dolaşır dilden dile.

Bir de 12 Eylül’ün Auschwitz’i Diyarbakır Cezaevi’nin…

Küçümsenmeyecek acılar tabi ki hepsi, orası ayrı.

Yüzleşilmesi gereken karanlık sayfalar…

 

Ama bir insanın kendi bedeni üzerindeki tercihi nedeniyle devlet eliyle cezalandırılması hep çok daha acı gelmiştir bana. Bu nedenle belki daha da büyümüştür “Bülent Ersoy” ismi benim için.

 

Ersoy bilindiği gibi davaya müdahil olmadı. Habertürk’e yaptığı açıklamada, “Bu şartlarda isimlerinin telaffuz edilmesi dahi benim çekmiş olduğum o sekiz senelik azap ve ızdırap yıllarımın mutluluğa dönüşmesine nasip oldu. Çok mutluyum çok, kimse keyfimi bozamaz" dedi.

 

Evet, Bülent Ersoy, 80 darbesi sonrasında mücadele sonucu kendine güveni katlananlardan biri, bu sözlerinden de belli olduğu üzere. Ve belki de bu özgüvenle herkesin sustuğu durumlarda keskin açıklamalar yapabiliyor. Yaklaşık 4 yıl önce, Kürt sorununda kan gövdeyi götürürken, Türkiye keskin bir dönemeçten geçerken yaptığı çıkış gibi…

 

“Tamam vatan bölünmez, bilmem ne olmaz ama göz göre göre de bu çocukları bütün analar doğursun, toprağa versinler. Bu mu yani? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da. Ama insan olarak o anaların yüreğinin nasıl cayır cayır yandığını ben anlayamam ama anneler anlar. Başkalarının savaşı için doğurduğum çocuğu toprağa veremem”

 

Nietzsche’nin dediği gibi, “öldürmeyen her şey insanı güçlendiriyor” demek ki…