Açlık grevlerinin ardından İmralı’ya avukatlara taşımakla “yükümlü” kosterin yeniden çalışmaz duruma gelmesi (aynı koster Mehmet Öcalan’ı jet hızıyla taşımıştı İmralı’ya) kafalarda şu soruyu oluşturdu. Açlık grevlerinin bitişi Öcalan’ın lider pozisyonunu perçinledi; ama asıl patron AKP miydi? Bu soruyu sormak çok doğal, ama fazlasıyla da pesimist bir yöntem. Keza Öcalan’ın önder fonksiyonu 15 saat gibi bir süre içerisinde açlık grevlerini durdurdu. Açlık grevinde olan kitleler, “önce dışarıdakiler” olmak üzere bu eylemlilik türünden uzaklaştılar.

Ortada somut bir kazanım var mıydı yok muydu sorusunu sorduğumuzda ise kazanımların Kürt hareketi için hep “süreç” içerisinde elde edilen şeyler olduğunu gördük. Açlık grevleri “sürecini” de artı ve eksileri bakımından parçalara bölerek ele almamız şart.

Her şeyden önce süreç Kürdistan’da yaşayan insanlar arasındaki dayanışmanın güçlendiğini, bir halkın topluluk olarak çocuklarının, akrabalarının ölüme giden yolculuğuna nasıl da tepki verebileceğini gösterdi. Bölgeden gözlemlerini aktaran arkadaşlar “cemaatçi esnaflar bile kepenkleri kapattı” şeklinde görüşlerini özetlerlerken, uzun süredir olmayan bu dayanışma haline dikkat çekiyorlardı.

Barış sürecinde “barışa ulaşma” durumunun dışında örgütlü ve kolektif bir hareketlilik temel bir şart. Kürt halkına dair yapılan tespitlerin başında gelenlerden biri de en büyük Kürt partisinin AKP olduğuna dair söylemler. AKP’nin “Kürt partisi” olduğu yanlış; ancak arkasına aldığı sınıf desteği ve işçi sınıfının da yoğunluklu olarak işçi ve güvencesiz Kürtlerden oluştuğu gerçeği birleşince, üstelik orta sınıf Kürtlerin de gelişen ekonomik sistemde cemaatle bağı düşünüldüğünde “bu ayrılığın” derinleşmesi en çok da AKP’ye yarıyor.

Bu süreçte açlık grevlerinin yerine getirdiği en önemli işlev tam da bu duruma vurduğu darbe oldu. Bedenini ortaya koyarak yapılan bu eylem Rafeef Ziadah’ın Filistin’e ilişkin şiirlerini hatırlatıyordu. Kürtlerin yıllardır bedenlerini tomaların, akreplerin önüne yatırarak yaptığı eylemlerin o sonsuz “gerçekliğini”. Bu “gerçeklik” halinden kaçan, Kürt sorununu bir “dil sorunundan” ibaret gören, ki bunun “seçmeli” haline bile razı olan Kürtlük, uzlaşmaz ve onurlu barış için bedenlerini ortaya koyan Kürtlerin yörüngesine girme eğilimi gösterdi.

İşte tam da bu bağlamda şu an üstüne konuşulması gereken bu noktadan sonra Kürtlerin bu ulusal birlik çerçevesini (DTK çevresinde ciddi anlamda oluşan) Batı’daki Kürtlere nasıl anlatacağı ve işçileşerek Türklükçe sindirilmeye çalışılan Kürtlere, Kürtlüğün asıl anlamını nasıl hatırlatacakları. Kürt sorununun bir vicdan sorunu yahut salt bir “sınıf sorunu” olmadığı ortada.

Bu noktadan sonra yapılması gereken Kürt halkının topu tıpkı Öcalan’ın dediği gibi “dışarıdaki” özneleriyle önüne alması. İçeridekiler başlattıkları direnişle dışarıyı “vicdan”ı çok aşan bir ruhun etrafında birleştirmeyi başarmışlardır, belki de onları içeride kılan da bu politik akıldır. Peki ya dışarısı? İşte Kürt hareketinin geleceğini belirleyen tam da bu olacak.