Fazlasıyla gizli diplomatik yazışmaları içeren Wikileaks belgeleri Julian Assange ve arkadaşları tarafından servis edileli oldukça uzun zaman oluyor. 2006′da Wikileaks.org’un satın alınması ve sonrasında ortaya çıkışıyla birlikte tüm dünyada ‘sıradışı’ sonuçlar yaratacağı öngörülen belgeler; sıradışı sonuçlar yarattı denemez; ülkeler bürokrasinin ‘kirli’ olduğu konusunda hâlihazırda hemfikir olduklarından bu iç mesajlaşmaları temel mesele hâline getirmediler; dahası bu belgelerin ‘halka sunulması’ işlevini üstlenen gazeteler de ‘gate keeping’ işlevlerini en iyi biçimde görerek ‘bazı belgeler’i göstermemek konusunda ciddi bir direniş sergilediler.

 

Elbette iktidar odaklarının bu direnişini kıracak çeşitli politik gazetecilik hamleleri kaçınılmaz oldu. Bu gazetecilik hamlelerinden biri de hapishanedeki iki gazeteciden; Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’ndan geldi. Doğan Yurdakul’un önsözünü yazdığı Kırmızı Kedi Yayınlar’ndan çıkan Sızıntı – Wikileaks’te Ünlü Türkler isimli kitap hapishanede yazılan belki ilk kitap değil; ancak Türkiye’de gazetecilerin ve siyaset yapanların pazardan meyve seçercesine toplandığı şu dönemde büyük bir önem arz ediyor.

 

Belgelerin ‘tarihini’ göz önüne aldığımızda ilk söylememiz gereken şu: Bu belgeler tüm ‘dünyalıları’ ilgilendiriyor; çünkü kapitalistlerin ‘iç ilişkilerinin’ ruh hâlini gözler önüne seriyorlar. 2007′de Kenya’daki yolsuzlukları açıklayarak başlayan belgelerin Türkiye tarihi ise Sızıntı – Wikileaks’te Ünlü Türkler isimli kitapla Taraf gazetesinde ‘işlenemeyen’ biçimiyle işlenmiş oluyor.

 

Kitabın başlangıcında Wikileaks’in ortaya çıktığı kavramlar (Wiki: What i know is ve Leaks: Sızıntı) Wikileaks’in ortaya çıkış sürecine dair detaylarla birlikte anlatılıyor. Başlangıç bölümünün önemli bir bölümü Türkiye’deki Wikileaks algısının nasıl yönetildiği, Taraf’ın oyuna giriş süreci ve Başbakan’ın belgeler karşısındaki tutumuna ilişkin ifadelerden oluşuyor. Medyanın Wikileaks’i görmekteki mütereddit tavrı ile Başbakan’ın gizli  hesaplarından başlayan mühim iddialar arasındaki o ‘algı’ krizi ve yönetilemeyen bilginin açtığı derin yara Türkiye medyasındaki ‘öğrenilmiş çaresizlik’ durumunu açığa çıkarıyor.

 

ERDOĞAN’I NASIL BİLİRDİNİZ? 

Kitabın ilk bölümü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ayrılmış. Öncelikle Büyükelçi Eric Edelman’ın yaptığı tanımdaki Erdoğan portresi ve Erdoğan’ın Kemal Hoca ile ilişkisi ele alınmış. Kitapta verilen bilgiye göre Kemal Hoca, aslen Rizeli olan Nakşibendi Tarikatı’nın önde gelen isimlerinden biri ve İstanbul Fatih’te ikamet ediyor. “Erdoğan’ı nasıl bilirsiniz?” sorusunu kendisine sorsak muhtemelen ‘olumlu’ bir yanıt alamayacağız, çünkü Erdoğan’la Kemal Hoca, Erdoğan Başbakan olduğundan bu yana görüşmüyorlar. Bunun sebebi ise aşikâr: Erdoğan’ın Edelman tarafından da belirtilen pragmatizmi ve türban gibi mevzulardaki sürekli olarak erteleyici yaklaşımı.

 

Erdoğan’la ilgili elbette birden çok önemli saptama da var; ama Edelman’ın saptamalarından Ortadoğu’da mezhep savaşını kokladığımız şu günlerde en çok önemsememiz gerekenlerden biri de şu sözleri:

 

“Erdoğan sağlıksız istihbaratlara ve basında yer alan dezenformasyonlara itibar etmektedir. Dar dünya görüşü ve cemaat geçmişinden geren temkinli yaklaşımı nedeniyle halkla ilişkiler sorumluluklarını tam olarak yerine getiremiyor… uyumlu ve sağlıklı politikalar izlemesini engelleyen Sünni önyargılara ve duygusal tepkilere sahiptir…” (s.62)

 

Sünni önyargıların, Recep Tayyip Erdoğan iktidara geldiği günden beri ‘devlet politikası’ hâline getirildiği aşikâr, öyle ki polislerin “öğle namazı kaç rekat” sorusuyla insan tutukladığı, alevi ‘imamların’ atanacağı bir süreçte, devletin sünni ibadet politikalarını güçlendirmesi şaşırtıcı değil. Örneğin AKP döneminde başlatılan camiilerden ücretsiz cenaze kaldırılması sürecinin cem evleri için geçerli olmayışı, cem evlerine konjonktür uygun olmasına rağmen ibadethane statüsü verilmemesi gibi durumlar hiç de şaşırtıcı değil.

 

Kitaptan öğrendiklerimizin arasında Erdoğan’ın bir “danışman projesi” olduğu da var, keza yine ABD Büyükelçiliği’nin kriptosunda (s.63) Erdoğan’ın az okuduğu, yalnızca İslami eğilimi ağır basan yayınları takip ettiği, bürokrat ve diplomatlardan gelen bilgileri okumayı reddettiği, genel olarak politikasını Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu gibi (Davutoğlu da kitapta mühim bir yer tutacak) isimlern ekseninde belirlediği ortaya koyuluyor. Kısacası “prompterların efendisi”nin gerçekten de ‘danışman marifeti’ ile bir ‘saha adamı’ olduğunu görmüş oluyoruz. Yine de danışmanlarla yönetilen bu adamın bir “Tek adam portresi” olduğu (s. 90-91) ABD kriptolarında sık sık değinilen gerçeklerden; zaten yakın dönemde hastalığı sonrası ortaya çıkan “fetret devri” tabloları ve yaşanagelen cemaat-iktidar çatışması da bunun açık göstergelerinden. Halk iktidarı Recep Tayyip Erdoğan’ın vücudunda algılamış durumda. O vücudun sahibini kimlerin yönettiği ise asıl merak konusu.

 

YOLSUZLUK MU DEDİNİZ?

Kitapta “Bir Allah Kuruşu” isimli bölümde işlenen olaylar ise Erdoğan’ın İsviçre Bankaraları’ndaki parası ve AKP’nin yolsuzluk politikaları üzerinden gidiyor. Wikileaks Belgeleri’nde Erdoğan’ın İsviçre Bankaları’nda sekiz ayrı hesabı olduğuna dair ifadeler geçerken, meseleye dair asıl tahlil şu cümleyle yer alıyor:

 

“AKP, yolsuzluklara son verme vaadiyle iktidara gelmiş bir partidir. Ancak bugün, parti içinde gitgide daha fazla sayıda kişi ile akrabaları arasında ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde çıkar çatışmalarının ve ciddi yolsuzlukların olduğu görülüyor.” (s.69)

 

TÜPRAŞ’ın özelleştirimesi, Efemov denen olmayan bir şirketin ihalelere dahil olması gibi meselelerse kitapta yolsuzluğa dair yer alan diğer detaylardan. (s. 79-80) Sermaye-iktidar ilişkilerinin ‘değiştiği’ AKP’nin ‘farklı’ bir sermaye yarattığına dair algılar burada kırılıyor ve sermayenin her türlüsünün aynı kirli kazandan çıktığı gerçeği açıkça yüzümüze vuruluyor.

 

ABDULLAH GÜL: O HARİKA TEBESSÜM KİM BİLİR NEYİ SAKLAR

Kitapta değinilen Wikileaks belgelerinde elbette Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de var. Abdullah Gül, köşkteki görev süresi boyunca bir yasayı geri çevirme yetkisini bir kez kullanmış olsa da Gül’ün gerçekliğinin farklı olduğu ortada. Keza Gül için kullanılan şu cümleler çok önemli: “Erdoğan’a sadık; ama kendi ihtirasları var ve zaman zaman bizimle konuşurken kaba saba bir adam olan Erdoğan’a tabi olmaktan duyduğu rahatsızlığı yansıttı.” (s.95)

 

Günümüzde yaşanan iktidar çekişmesi ve Başbakan’ın hastalığı göz önüne alındığında Abdullah Gül’ün stratejik bir konumda olduğu aşikar. Dahası ABD’nin kendisine tam not verdiği ortada. Kendisiyle ilgili kriptolarda ABD’nin dış politika öncelikleri konusundaki kavrayışına dair övgü göze çarparken Gül’ün 28 Şubat’taki Erbakan’a sessizlik tavsiye eden tavrı hatırlandığında tüm bunların önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.

 

Erdoğan’ın sürekli olarak Gül’ün beyanlarıyla ters düşmesi ve gözünün arkada kalması ise kitapta yer alan başka bir iddia (s. 106-107). Bu iddianın arkasındaki sav ise Erdoğan’ın ve Gül’ün parti içindeki ekiplerinin Uluslar arası politikada baskın hâle gelmek için birbirlerinin alanlarını daraltmaya çalışmaları. Dahası 2004 yılındaki bir kriptodaki Erdoğan’ın kabinesine olan güvensizliği ve bir danışmanın ağzından çıkan yalnızca Allah’a güvendiğine dair sözler fazlasıyla anlam kazanıyor bu çatışma ile birlikte.

 

NAKŞİBENDİLİK VE GÜLENCİLİK ÇATIŞMASI

AKP içerisinde farklı kanatlar olduğu, kurulan bloğun bir ‘cemaatler bloğu’ olduğu ortada. Bu cemaatler bloğunun elbette farklı parçalarının farklı temsilcileri var. Kitapta en önemli noktalardan biri de hangi cemaatin hangi bakana yahut Erdoğan ya da Gül’e yakın olduğunun açıkça ortaya konması. AKP’nin bürokrasiyi ele alıp işleyememesinin nedeni olarak kitap boyunca işenen kriptolardaki ifadelerden biri de AKP’nin bu yazının yazıldığı günlerde yaşadığı MİT krizinin de boyutunun bu cemaatler koalisyonunun acemi ve bürokrasiyi tamamen içkinleştirmeye muktedir olamayan hâlinen kaynaklandığı ortada.

 

HANGİ BAKAN İÇİN NE DEMİŞLER?

Farklı bakanlar için farklı cümlelerin kullanldığı da ortada. Örneğin 8 Haziran 2005 tarihli belgede şimdilerde siyasetten uzaklaşan Kürşat Tüzmen için “AKP’de yolsuzluğa en çok bulaşan üç isimden biri” tabiri kullanılıyor. Nimet Çubukçu’nun evliliğe dair problemlerine kriptolarda değinilmesi ve Çubukçu’nun 12 Haziran 2011 sonrası yaşadığı boşanmanın ardından bakanlık kadrosu alamaması da bu iddiaları güçlendiriyor. (s.110-111) Wikileaks belgelerinde en sert ifadelerle anılan isimler ise belki de Ahmet Davutoğlu ve Bülent Arınç. Bülent Arınç için “saldırı köpeği” tabiri kullanılırken (s.112), Arınç’ın İslami konularda Erdoğan’la ters düştüğü belirtiliyor. Vecdi Gönül ise Ömer Çelik’e “cahil” dediği rapor edilenlerden. (s.113) Gönül ayrıca milli güvenlik bazlı ihalelereki ‘aktifliği’ ile de göze çarpıyor.

 

KİTABIN İTİBARI?

Bu noktadan sonra, kitaptan alıntı yapmayı kesmekte fayda var; çünkü kitap özellikle AKP’ye oy verenlerce mutlaka okunması gereken bir kitap niteliği taşıyor. AKP’nin muhaliflerce tahmin edilen kodları hızla kitapta çözülmekle birlikte; kitabın bizzat kendisinin de problemleri olduğu ortada.

 

Her şeyden önce, kitapta söylenegelen tüm şeylerin kriptoları baz aldığı ortada. Ancak kitabın, kriptolara kattığı yorum kriptolarda daha etkili. Bu noktada ODA TV’yi bir yayın organı olarak takip edenler için pek bir sorun yok. Ancak; ortada objektif bir gazetecilik çalışması olduğunu söylemek güç, keza ODA TV’nin tüm söylemsel ve ideolojik problemleri Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın kitabına yansımış durumda.

 

Keza Doğu Perinçek’in de referanslarında olduğu, öyle ya da böyle Ergenekon’un varlığını redde dayalı bir anlayışın ele aldığı belgeler doğal olarak örneğin Kürt sorununda Kürtleri iş birlikçi yahut Kürt stratejisini ABD’ce belirlenmiş kılan kimi söylemlere varıyor.

 

SORULMASI GEREKEN…

Kitabın bize katacağı şey sormamız gereken sorular olarak kalıyor. Öyle ki, bugün Türkiye’nin bilgi dolaşımı bakımından hızla “Çin’leşmesi” sürecini yaşadığımız göz önüne alındığında Wikileaks gibi belgelerin itibarı çok önemli hâle geliyor. Belgelerin yorumlanması süreci ise ‘açık kaynak bilg’ denen şeyin aslında “ne kadar açık” olduğuna dair soruları akla getiriyor.

 

Her şeyden önce, bilginin erişilebilirliğinin Türkiye için azalması, sabit ip’lerin yolda oluşu gibi gerekçeler Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun yaptığı tip çalışmaları önemli kılıyor; ancak objektif bir bilgi akışının ancak montajsız bir belgesel ile elde edilebileceği ortadayken ikilinin kitabının dayandığı notların da ‘insan görüşleri’nden ibaret olduğunu unutmamak şart.

 

Bugün ‘bilgi çağı’ adını verdiğimiz çağın aslında bilginin manipülasyona en açık çağ olduğunu görüyoruz. Taraf gazetesinin yıllardır ortaya koyduğu, Sözcü’nün yayına geçtiğinden beri ortaya koyduğu gazetecilik tavırlarının artık ‘karikatürize edilmiş’ örnekleri olduğunu söyleyebileceğimiz bu ‘bilgi aktarımı’ meselesi üstüne düşünmek adına Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun kitabı önemli bir kaynak.

 

Yine de ODA TV’nin damarlarına işlemiş Kürdofobi’nin kitapta yer aldığı gerçeğini es geçemeyeceğim. Bir ‘kaynak’ın politik niteliği her zaman tartışma konusu olabilir. Yıllardır ‘ulusalcılık’ adı altında Kürt hareketini ABD’nin himayesinde bir hareket olarak gösteren ve Kürt hareketinin her adımına ABD’nin ‘bölücü’ politikası gözüyle bakan, muhtemelen Kürt hareketinin son 10 yılının teorik çerçevesine hakim olmayan ve muktedirin 90′lardan kalma konsepti etrafından dolaşan kitap Aydınlık gazetesinin ideolojik sefaletinden bir adım öteye gidemediği bölümlerle okuru kendisinden uzaklaştırıyor. Dahası Veli Küçük ve İbrahim Şahin’e dair iddiaların yer aldığı bölümlerde Ergenekon savcılarının Veli Küçük ve İbrahim Şahin’in (s.244-245.246) geçmişine değil emeklilik sonrası aktivitelerine hakim olmaları üstüne kurulan tezler davanın itibarsızlaştırılması konusunda işlev görüyor; ancak Veli Küçük ve İbrahim Şahin’in görev sürecindeki eylemlerden, bu isimlerin görev sonrası eylem planlarından bahsedilmiyor ve dahi Kürtler bu isimlere karşı yapılan organizasyona ortak olmakla suçlanıyorlar.

 

Kısacası Ergenekon operasyonunda adı geçen isimler bunların ‘liberallerce yapılan operasyonlar’ olduğuna dair bir çerçeve çizilerek, Küçük’ün ve ‘yol arkadaşlarının’ kirli geçmişlerinin sineye çekilmesi gibi bir algı oyunu ortaya çıkıyor. Hatta “ifade vermekten kaçmayan Veli Küçük” gibi aklayıcı ifadelerle, görevde bulunduğu illerden sosyalistleri kovan Veli Küçük’e de bir güzelleme ihmal edilmiyor. Doğruluğundan şüphe etmediğimiz, Ergenekon sürecinin savcılarca yanlış işlendiğine dair belgeler ortada; ama hiçbir şekilde bunun Ergenekon savunusuna dönüşmemesi gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki, yazarlar belirli bir noktadan sonra kitabı şu şekilde özetliyorlar: ABD ve Kürtlerin neoliberal planı AKP ile iş birliği halinde ortaya konuyor ve bir BOP parçası şeklinde düzmece olarak örgütleniyor. İşkencecilerle, failimeçhullerin sorumlularıyla dayanışan (yazı aracılığıyla da olsa) bu iki yazar, Kürt mücadelesinin yalnızlaştırılması için nafile bir çaba harcamaktan bir an olsun geri durmuyorlar.

 

Belki de kitaptan çıkarılması gereken en büyük ders de bu: Subjektif bir tarihin kaçınılmaz olduğu ve tarihsel objektivizmin aslında kapitalist bir tarih dayatmacılığı ve öğrenilmiş bir durumdan başka bir şey olmadığı…

 

Bu bağlamda sorulacak soru bu: Wikileaks belgelerini itibarlı kılan neydi? Belgelerin herkesçe ulaşılabilir olması. İçerdiği bilgilerin yorumlanması ise kitapta olduğu üzere ideolojik bir ‘sapma’ ile karşılaştığında tam da bu manipülasyon sürecine dahil oluyor. Muhatabını iktidar değil Kürt hareketi olarak belirleyerek kitabın da bilginin de itibarı Aydınlık raflarına düşürülüyor…