Adam, bankanın para çekme makinesinden para çekmekle meşgulken, bir yandan da arkadaşıyla konuşuyor. Konu, geçim sıkıntısı. Herkesin bilebileceği malum sıkıntılardan bahsederken derin derin iç çekiyor.

Yıl iki bin on dokuz… Geçim sıkıntısı her an ve her yerde derin derin hissedilmiyor. Mesela, köşklerde ve saraylarda geçim sıkıntısının yalan olduğu örneklerle açıklanıyor. Bunun diş güçlerin işi olduğu, vatan, millet, ecdat hamasetiyle bağıra çağıra dile getirmenin enflasyonu düşüreceği tahmin ediliyor, sanırsınız. Sanın.

Haydi, biz çıkalım kerevetine.

Adam parayı çekti. Çektiği parayı arkadaşının yüzüne doğru kaldırarak: “neyse ki bu var. Devletin bu parası da olmasaydı halimiz haraptı,” dedi. Hemen arkasındaydım. Para çekme sırası bendeydi. Ancak adamın devletin parasını çektiğini itiraf etmesine sessiz kalamazdım. Hemen kolundan tuttum. “ hangi hakla devletin parasını çektin. Devlet bize neden vermez bu parayı”, deyiverdim. Adam ne diyeceğini şaşırdı. Bakakaldı. Neyse ki üç beş saniye sonra, emekli olduğunu ve emekli maaşını çektiğini söyleyebildi. Kendisine bu paranın devletin parası olmadığını, kendi emeğinin karşılığı olarak, çalışırken maaşından yapılan kesintilerden bir kısmının kendisine verildiğini anlatmaya çalıştım. Bu esnada, on beş kadar kişinin bize yaklaşarak, bizi dinlediğini fark ettim. Kim ne anladı, anlayamadım.

Al sana devlet baba masalı.

“Allah devlete zeval vermesin.” Elbette. Ancak sapla samanı birbirine karıştırdığımızda ayıklaması zor oluyor.

Devlet kim? Devletin kim olduğunu bilmeden devlete methiyeler dizmemizin kesinlikle bir gizemi vardır. Tam da bu gizemi bulmaya çalışırken, bunun gizem değil de hikmet olduğunu fark edip bir köşeye sinen herkes avucunu göğe doğru kaldırıp bir şeyler istiyor, devletlûsundan. O sırada gözler kapalı olduğundan kimin avucuna ne konduğunu kimse göremez. Bilinen ise fakirin elinin hep boş döndüğüdür. Ancak devletlûsuna en çok yine o, ‘zeval gelmesin’ diye dua edecektir. Umut. Beklenti bir dahaki sefere… Eli her boş dönen, aynı duygular ve aynı dualar etrafında toplanırlar. Gözlerin kapalı olduğunu fark eden devletlûlar, çeteleşerek payları paylamaya başlarlar. Ve ‘insanların gözleri kapalı bir halde huşu içinde dua etmelerinin, gözü açık dua etmekten on bin yedi yüz kırk iki defa daha sevap olduğu’ minberlerden halka duyurulur. Fakir halk artık ellerine bir şey geçmediğinin farkındadır. Madem öyle, bari on bin yedi yüz kırk iki defa daha fazla sevap kazanayım… Ondandır, ağzı açlıktan kokanların ağızlarından “ zeval gelmesin” dilekleri. İşte bu, budur.

Haydi, çıkalım kerevetine. Affedersin şatosuna.

Gerçekleri göremediğimizde masallar bizi avutur ve uyutur. Çocukluğumda evimize sürekli gelen bir köylü vardı. Hoş sohbet bir insandı. Sürekli gelsin isterdim. Geldiğinde adamı ağzı açık dinlerdim. Araya okul yılları girdi. Yedi ya da sekiz yıl boyunca o adamı çok az gördüm ve çok az dinleme fırsatım oldu. Üniversiteyi bitirdikten sonraki yıllarda, hoş sohbet adamı tekrar dinleme fırsatım oldu. “Demek ki, üniversite okumam gerekiyormuş,” demekten alamadım kendimi. Boş boş bomboş laflar. Hep vatan, millet… Devlet ve zeval safsatası… Habbeyi kubbe yapma ustalığı… işte tam da bir çocuğun istediği şeyler olduğunu o zaman anladım. O sebeptenmiş sohbetini sevmem. Hayatı masalmış adamın. Çocuk masal ister.

Hep kerevetteydik.

Demek ki, dua ederken gözlerimizin açık olması gerekiyormuş. Kimlerin dualarımızın karşılığını çaldığını görmek hakkımızdır. Hakkımızı alamayacağımıza göre öbür tarafa havale etmemizde bir mahsur yok. Yok da, karşı taraf senin hakkınla seni dövüyor. Ve adamın öbür tarafla alakalı hiçbir fikri yok.

Harf devrimiyle birlikte Latin alfabesine geçilince, bazı göz açıklar gözlerimizi kapatmamızı istediler. Dediler ki, Latin, la- din demektir. La, Arapçada hayır demek… -din, de Arapçadır ve ‘din’ demektir. Yan yana koy bu iki heceyi. Oku. Ladin. Yani, “dine hayır.” Ya da “din yoktur.” Latin harflerine bizleri düşman etmek için dini, pervasızca kullandılar. Bu göz açıkların dedikleri gibi gözlerini kapatanlar, okullara çocuklarını göndermemek için direnerek destanlar(!) yazdılar. Toplumun önemli bir kısmının gözlerini kapatarak dua etmelerini sağladılar. Halkın gözleri kapalıyken, göz açıklar çocuklarını Amerika’da İngiltere’de okuttular. Oralarda sanki cennet alfabesi kullanılıyordu. Gözleri hala kapalı iken nerde okuduklarını bilmedikleri adamların kendilerini yönetir pozisyonda vekil ve bakan ve başbakan olarak gördüler. ‘Kısmetlerinde varmış’ deyip tekrar gözlerini kapattılar.

“Ben burada kerevete merevete çıkmam. Hemen saraya gidiyorum.” diyen olmadı elbette.

Boğaz’da üç köprü, geçmeye paran yok.

“Sen yapabilir misin bu köprüleri Hasan amca? Hayır yapamazsın. Allah devlete zeval vermesin, işte devlet yapmış. Bu köprülerin üçü de dünyada birinci, Türkiye’de ikinci, biliyor muydun? Hatta Avrupa ve Amerika güçlerini birleştirip bu köprülerden birini yapmak istemişler de yapamamışlar. Biliyon mu?

Neşet Ertaş,” Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.” demiş.

Aslında bize hep yalan söylediler. Gerçeğin ne olduğunu öğrenemedik ki doğruyu söyleyelim.

Bize masal yakışır. Kereveti de var.