Kulağa çok hoş gelen ‘birlik, beraberlik ve kardeşlik’ nutukları, sanki belirli gün ve haftalarda söylenmesi gerekiyormuş gibi kavranmış.

Yılın üç yüz altmış beş günü, birlik ve beraberliğin anasını ağlat; sonra ansızın, ‘bütün ayrı gayrıları unutma, tek yumruk olma zamanıdır. Birlik ve beraberliğe hiç bu kadar ihtiyaç duyulmamıştı’ nutukları at. Ve bunları söylerken yüzün kızarmasın ve sesin hiç titremesin ve başkalarının acılarını hiç hissetmediğin her halinden belli olsun.

Birlik ve beraberliğe her zaman ihtiyaç duyulmalı. Hatta ihtiyaç duyulup duyulmadığı söz konusu bile yapılmamalı. Bazen çok bazen az, bazen de hiç ihtiyaç duyulmayan bir duygu değildir, birlik beraberlik. Çok ihtiyaç duyulduğu zamanları savaş, afet gibi zamanlar olarak tahmin edersek; az ihtiyaç duyulduğu zamanlar, ne zamanlardır? Bir tarifi var mı? Yani birlik, beraberlik ve kardeşlik dayanışmasına ihtiyaç duyulmayan bazı zamanlar var ve o zamanlarda birbirimizi boğazlamak için siyasiler safları belirleme görevlerini ifa ediyorlar.

Birliğe ve beraberliğe ve kardeşliğe hiç ihtiyaç duymadığımız zamanları çok iyi biliyoruz. Herkesin tahmin edebileceği gibi ortalık güllük gülistanlık ise, seçimler de yakınsa, ‘ver dibinden ateşi.’ Bakarsın ki memleketin yarısı terörist. Muktedirlerin, hoşlarına gitmeyecek bir şey söylemek terörist olmaya yeter. Haklı eleştiride teröristsin, yol göstersen teröristsin, yanlışları dile getirsen teröristsin, işsizlik var desen, enflasyon desen, yolsuzluk desen, Suriye’de ne işimiz var desen…

Bu memleketi seven birer yurttaş olarak, insanların yaşam standartlarını yükseltmek için neler yapmaları gerektiğini açıklamak yerine kimin neci, nereli, dini, mezhebi, soyu, siyasi görüşü ile uğraşan memleket sevdalısı siyasetçiler yönetmeye talip bizleri. Bu zihniyet ile yapılacak siyaset, bir mezhebi karalarken diğer mezhep mensuplarını yanına çekmek; birilerini karalayarak hiçbir gerekçe göstermeden bölücü olduğunu, terörist olduğunu zorla halka kabullendirmeye çalışmak; özel yaşamı ve kültürel farklılıklarından dolayı bir grubu ya da milleti, egemen dine, mevcut yönetime düşman göstererek, karşıt oluşturma ve karşıtlardan oy devşirme; birilerinin soyunu, halkın sevemeyeceği bir milliyete bağlamaya çalışarak nefret oluşmasını sağlama yoluyla rakibini saf dışı bırakmaya çalışmak…

Biri de kalkıp demez: ‘falan partiler çok iyi ama bizim işsizlik ve tarımsal kalkınma planlarımız onlarda yok. Bu sebeple bizi tercih edin.’ Başka biri: ‘Elbette diğer partiler de iyi ama biz doğayı koruma konusunda ve her alanda güçlü bir kadro ile geliyoruz’ demez. Bunlar iyilikte yarışmasını bilmezler. Peki, bunlar diplomalarını nereden aldılar. Hiç mi kendilerine helalin, çalışmanın, mutluluğun, özverinin, kardeşliğin, hakkın, hukukun, adaletin, yardımlaşmanın erdemlerinden bahseden olmadı. Olmadı. Öyleyse, eğitim sistemi sil baştan modernize edilmeli.

Ve artık herhangi bir parti: Yargının bağımsızlığından, modern eğitimden, yalan imparatorluğuna dönüşmemiş medyadan, yolsuzluklardan bahsederse inandırıcı olamayacaktır. Zira yalancı defalardır evinin yandığından yakınmakta.

Nedense, hep ben iyi, başkaları terörist…

Muktedirlerin hiç biri, rakiplerinin de bu toprakların evlatları olduğunu düşünmeden döker benzini. Yanınca hep birlikte yanacağımızı bilmez mi? Bilir. Ama büyük ihtimalle yanmamak için kendine özel yöntemleri vardır, halkın bilmediği.

Nefret tohumları ekilince, o tohumlar dikenlerin kontrolü dışında büyür ve gelişir. İnsanlar birbirinden nefret etmeye başlayıp düşmanlaşınca, sizin seçim bitti, yahu şaka yapmıştık’ gibi alaycı ve özensiz yaklaşımlarınız halkı asla bir araya getiremiyor. Bu, halkı afetlerde de savaşlarda da bir araya getirmez. Kendini beğenmiş yöneticilerin bölük pörçük ettiği insanlara, ‘daha çok birlik ve beraberlik zamanıdır’ demesinin halk nezdinde hiçbir kıymeti yoktur. Bunu halk içinde yaşayanlar bilir. Üçüncü hatta dördüncü ağızdan duyanlar, vahameti iliklerinde, yüreklerinde ve de vicdanlarında hissedemezler. Acıları ucuz nutuklarla hafifletiyormuşçasına davranmak, aslında maksadın olayları basite indirgeyerek geçiştirmek olduğunu anlamak zor değil. Devlet adamı olmak, insanlara yaşatılan acıların sorumluluğunu yüklenmeyi de gerektirir. Sorumluluktan kaçarak yaşananları, fıtrata, mukadderata yüklemek, halkın aklıyla oynamaktır, yok saymaktır. Kutsallardan medet umarak din için, Allah için, vatan için, namus için nutuklarına; halk iş, ekmek, adalet, güvenlik diye ses veriyorsa (vermelerine izin veriliyorsa, sesleri duyulmak isteniyorsa) o koltukta oturmamak gerek. Ama maksadın farklı olduğunu düşünmek gerek bir koltuğa yapışma sevdasını. Terk etmemek için koltuğu, halkı her kılığa sokmaktan kaçınmayanlardan kaçmak gerek. Onları kaçırmak gerek. Nasıl mı? Sadece eğitimle kurtuluş mümkündür. Bu şartlarda, başındakilerin sana eğitim olanakları sunmasını beklememen gerekir. Cahil kalındıkça sürüye dâhil edilmen istenen bir durum…

O kadar büyük laflar ettim ki, şimdi altından çıkmaya çalışayım. Friedrich Nietzsche imdadıma yetişiyor, “Toplumları cehaletten modern bir eğitim kurtarır. Eğitim seviyesi düşük milletler cehalet tuzağına düşer. Cahil milletlerde demokrasinin olmasının hiçbir faydası yoktur. Çünkü cahil halklar genellikle kendilerini para, iş, vatan ve din gibi unsurlarla kandıranlara oy verirler.” Diyor.

İyi ki, filozoflar var. Yoksa bazı yüklerin altından kalkmak çok zor olurdu.