“Hoş gördün, baba, askere gitmemi, anne, beni saklamadın,

kötü öğütler verdin bana, ağabey,

ablacığım, uyarmadın beni!”

 

Bu dizeler Brecht’in kaleminden döküldü dünyaya. Savaşa giden değil, savaşa yollanan bir çocuğun, kafası karıştırılmış birinin, ölümle tanıştırılmış, ölümü yaşamış bir çocuğun hikayesinden döküldüler. Savaş tarihin hiçbir noktasında zavallı erlerin arzusu olmamıştır, savaş henüz elleri bir kadının ya da bir erkeğin elini tutmamışların hayatta kalma mücadelesi olagelmiştir, savaş en çok da bu yüzden ten ile ten, can ile can arasındaki mesafedir, insanidir…

 

Dün Afganistan’da, ondan önceki gün bölgede ölen herkes için kurmamız gereken cümle şu: “Niye ölüyorlar?”  Savaşlar, yıkıcı devlet politikalarıdır. Fetih ideolojisi, yalnızca mitik yahut politik bir arzu değil, kapitalizmin ve sistemin kendini yenileme biçimidir. Bir ülke savaşa ne zaman girer? Sermayesi ‘taşacak’ duruma geldiğinde ve yeni yatırım-sömürü alanları aradığında, ucuz iş gücüne ihtiyaç olduğunda… Örnekler çoğaltılabilir; ancak bugün özellikle NATO üyesi ülkelerin girdikleri savaşı açıklarken bunu askeri prestij ve emperyal heveslerden çok daha farklı bir noktayla, “Ağanın eli tutulmaz”cı bir yaklaşımla özdeşleştirmek akılcı görünüyor. Bahçeli’nin yaptığı “Afganistan’daki varlığımızı sorgulayalım”* açıklaması ise bir milliyetçinin reel politik tavrındaki tutarsızlıktır; emperyal bir savaşın haklılık ya da haksızlığını sorgulamaktaki mizahi yanı vurgulamaya sanıyorum ki gerek yok…

 

Bugün, Transatlantik ittifak açısından kilit ülkelerden biri olan Hollanda’nın bile askerlerini orada bırakmaya zahmet etmediği “Müslüman ülke” Afganistan’da Türkiyeli askerlerin bulunmasının esbab-ı mucizesi nedir?

 

Aslına bakılırsa bu “başkalarının savaşı” durumu Türkiye tarihinin kaçınılmazıdır, dışında kaldığımız söylenegelen ikinci dünya savaşı kapital çevreleri memnun etmemiş olacak ki özellikle “sağ mağduriyet ikonu” Başbakan Menderes’ten bu yana “başkalarının savaşı”na asker yolluyor gibi görünüyoruz; ancak “başkalarının savaşı”nı bir “ulus devlet sınırı” ile algılamak tam bir hata olacaktır; öyle ki Türkiye Cumhuriyeti kendi “iç çatışması”nı da kendi adına değil “başkaları” adına vermektedir; bunun en güzel örneği de Türk-Kürt savaşının, Sünni-Alevi savaşının her daim hakim sermayenin sesi olan medya tarafından kışkırtılması olarak gösterilebilir…

 

Peki bu savaşta ölmeye bizi iten nedir? Son bir hafta içerisinde iki güzel gelişme oldu, iki vicdani retçinin AİHM kararına dayanarak salınmaları mümkün kılındı. Bu, Türkiye’deki vicdani retçiler için kesinlikle büyük bir ilerleme; ancak şu da var ki “vicdani ret” diyebilmek dahi Türkiye’de hala yasak çünkü “halkı askerlikten soğutmak” gibi bir suç var.

 

Yasaları tersinden okursak, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek diye bir suç da var; peki ya bu noktada örneğin Recep Tayyip Erdoğan’ın “biz ve siz” dili AKP’liler ve diğerleri şeklinde bir mesajı içermiyor mu? Kemal Kılıçdaroğlu’nu defalarca suçmuş gibi “Alevi” olma durumuyla anması bir faşist propaganda türü değil midir? Aralarında böylesine polarizasyon oluşan iki siyasi görüşün mezhepsel bir çatışmayı böylesine alevlendirmesi “günlük siyaset” iken, bizim kendi arkadaşlarımız ve kendimiz için “Ölmeyin, öldürmeyin” diyebilme hakkımız neden elimizden alınıyor?

 

İntihar bir haktır; savaşmak ya da savaşa katılmak da bireyler açısından bir hak olarak ele alınabilir; ancak Ortadoğu’da mezhepsel bir savaşın kapısı aralanırken savaş karşıtlığının suç unsuru olarak statüsünü bir kez daha tartışmak ve halkı askerlikten soğutmanın demokratik bir tepki olduğunu herkese anlatmamız gerekiyor.

 

“O çocukların orada ne işi vardı” sorusu tam da bu nedenle yanlış, sormamız gereken soru “O çocukları oraya kim yolladı, ellerine silahı kim verdi, asıl katil kim?” olmalıdır.

 

Savaş “yiğitçe bir sorumluluk” değil, bir devlet politikasıdır… Ve ölülerimizi saracak olan bayrak değil, üstünde özgürce koşmaktan mahrum bırakıldığımız toprak olacaktır…

 

·         http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1082008&CategoryID=78