Kaldığım yerde devam edeyim, içimde çeşitli tartışmalar yürüterek tepeye doğru yürüdüm. Tepeye yürürken sol tarafımda liman uzanıp gidiyordu, yürüdükçe liman da benimle birlikte baya bir büyüdü. Hatta liman ile birlikte denizin içine inşa edilmiş çok sayıda sınai tesisi de bu alan içinde bulunmaktadır. Sınaî, liman, tesis benim alanım değil, ben bildiğim ve de izlediğim hat üzerinden gideyim en iyisi; tepeye yürürken ara ara kalabalık insanlara denk geliyorum, bazen bu kalabalıklar sadece gençlerden oluşuyor, her hallerinden hepsinin de çok mutlu ve keyifli bir iş yaptıklarını anlamak zor olmuyor. Bu kent insana böyle bir rahatlık veriyor.

Hızlı, gergin, koşan insanlardan çok keyfince yürüyen, rahat insanlar ile karşılaşıyorsun. Park gibi alanlarda bunların sayısı daha da artıyor tabi. Kısa bir zaman içinde sokaklar ve de parklar ile olan ilişkilerini oldukça ilgimi çekiyor, zira bizlerin kendi evlerimizin içinde bulabileceğimiz bir rahatlıkta sokak ve de parklarını kullanabiliyorlar. Kenti yürürken hemen hemen 15-20 dakikalık bir yürümeden sonra sokakların arasında küçük meydanlar ile karşılaşıyorsun. Adeta köylerde olduğu gibi meydanlar bunlar. Hemen hemen bütün yaşta insanlar, çocuklar, hayvanları ya oyun oynuyorlar, ya müzik yapıyorlar, ya çantalarından çıkardıkları yiyeceklerden yiyorlar, ya da birleri bir bankın üzerinde sevişiyor. Kimse kimse için bir tehdit, “ayar” unsuru değil. Hele çocukların, gençlerin ve de hayvanların içi içe bu mekandan adeta sarmaş dolaş bir hayat sürmeleri keyif verici bir manzara ortaya çıkarıyor.

Burada sokakların, kaldırımların, hatta ara ara büyük meydan ve de bulvarların sadece bir yerden bir yere yürünecek alanlar olmadıklarını, hayatın en dinamik ile burada da devam ettiğini görmek mümkün. Bunların tartışmasını yaşarken ara sokaktaki bir market de aldığım kruvasan ve meyve suyunu tüketiyorum. Bu kez de ben banka uzanıp gökyüzünü seyre dalıyorum, bir an çocukluğumu anımsıyor köyümüze kadar gidiyorum, bu şekilde uzanmayı gökyüzünde kaybolmayı, uzak çok uzak yerlere gitmeyi hayal ederdim. Tabi birlikte çobanlık yaptığım dedemin “ercooo” sesleri çoğu defa bölerdi benim gökyüzündeki böylesi yolculuklarımı… Biraz kestirmek iyi geliyor. Tekrardan parkın içinde tepeye doğru yürümeye devam ediyorum, yürüdükçe kenti daha geniş alanda görüyorum. Bir yanımda büyüyen kent, diğer yanımda liman tepeye varıyorum.

Kalabalık insanlar manzara karşısında resimler çekiyorlar. Bir süre kenti seyre dalıyorum bende. Kent için “gözün alabildiği büyüklükte olmalı” diyenleri haklı çıkaran bir görüntü. Tepeden bakınca ağaçların arasında yeşil bulvarlar, daha ileride başka büyük bir dağa doğru uzayan yeşil alan. Yeşili betonları ile yutmamış bir kent. Kenti yaşayanlar “şu parkı da bozalım dikelim bir avm” demeden hayatlarına devam ediyorlar. Yapı/konut, sokak, bulvar, cadde algılarını bir kez daha irdeleyen bir kent yapısı var burada. “Nasıl kazanacağım”dan çok “nasıl yaşayacağım” algısı üzerinden bir konumlanma. Evet, ‘bu insanlar kentlerini, sokaklarını, caddelerini de kendi evlerinin içi kadar temiz, düzenli ve de güzel kullanmak istiyorlar’ diyorum.

Bir kentin sokaklarını, meydanlarını, parklarını kendi evinin bir alanını kullanma rahatlığında olmak çok güzel ve de keyif verici. Dikkatimi çeken bir diğer şey de tepenin diğer tarafını yürüken karşıma çıkıyor. İlkin ne olduğunu anlamıyorum, uzaktan bakınca yan yana sıralanmış binalar gibi duruyor, ama bina olmadığını uzaktan da anlıyorsun. Yolumu uzattığımı biliyorum, ama burayı görmeden de gitmem diyorum ve yürümeye devam ediyorum. 10-15 metre yükseklikte, 100 metre kadar uzunlukta onlarca yapı. Boydan boya yapının duvarları onlarca küçük alana bölünmüş, daha yaklaşınca durum açıklık kazanıyor, zira bu küçük alanların her birinde isimler yazılı, haç resimleri var, yani bunlar mezar. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir şey var mı bilmiyorum ama oldukça ilginç yapılar bunlar. Her alanın önünde iliştirilmiş metal kavanozlar içinde çiçekler duruyor, kimiler soluk kimileri canlı duran çiçekler. Daha yakına iniyor biraz da şaşkınlıklar izliyorum. Hangi ihtiyaç üzerinden nasıl böyle bir şey gelişti bilmiyorum ama, hemen şu an aklıma geldi, ben Barcelona’yı bir hafta olacak geziyorum, dün de Belçikalı bir anne, İtalyan bir babadan, kendisi Katalan Annelies ile onun köyüne geldik yol boyunca geçtiğim kent ve kasabalar içinde de bizim bildiğimiz anlamda hiç mezarlık görmedim.  Ben den bu defa da bu kadar, kahvaltı için bir şeyler hazırlamam lazım…

(devam edecek)

* Barcelona Barcelona, Woody Allen'ın yönettiği 2008 yapımı filmdir. Vicky ile Cristina adlı iki genç Amerikalı, İspanya'da bir yaz tatili geçirirler. Vicky, evlenmek üzere olan muhafazakar bir kadınken; Cristina özgür ruhlu bir kadındır. Kaderleri bir şekilde kesişen bu insanlar arasındaki ilişki karmaşık sonuçlar doğuracaktır. Katalan aktör Joan Pera'da filmde yer alır.(Wikipedia)