Aldığım yoğun istek ve aydınlanma talebi üzerine bu hafta da memleketimdeki eğitim meseleleri üzerine biraz yazmak istiyorum.. (Bu da zor iş, hep karanlıktan yakınacaklarına bir mum da niye kendileri yakmaz bu tembel okuyucu bilmem)

Benim eğitim işi ile kurumsal tanışmam tabi yedili yaşlarda okula kaydımla başladı ama insan içinde ve esiri iken, milli eğitimin kendisini ne kadar millileştirdiğini anlayamıyor, anlasa da bir şey yapamıyor zaten. Hepimizin babası Erkin Koray değil bir yerde.. Benim zamanımda seçenek olmadığı için çocukların çoğunluğu mahalle mektebine giderdi (Atatürk’e ne kadar yabancılaştırıldığımızın bir göstergesi daha işte) bu mekteplere yürürdük, yürüme işinin okula gitmeye yaradığını çocuklar unutalı kaç yıl oldu bilmiyorum,yaşlandıkça tarihleri kaçırıyor insan..

Gözükara ve biraz da inek tabir edilen öğrencilerden biri olarak geçen ‘başarılı’ yıllarımın ardından okula gönderilme eyleminden kurtulmam epey zamanımı aldı. Benimle ilişiğini kesen iki fakülteyi saymazsak, babamın gönderdiği okulları yüzakıyla bitirdim diyebilirim… Şimdi de babamın iradesine rağmen beni atan bir kısım eğitim-öğretim kurumlarına, devlet babadan affımı rica ettim, sesimi duydu, yine döneceğim . (Verecek harç param çok kariyer de lazım insana bir yerde) Eğitilmekten ve öğretilmekten yorulmayan ben, doğurduğum çocuğu eğitmenlere terk zorunda kalınca, enerjimin ne kadar kof olduğunu gördüm.

Proje çocuk anlayışımın eksikliğinden olacak, küçücük çocuğu mahalle mektebimizin anaokuluna yazdırdık geçen yıl.. Ana okulu denen, ama ana şefkatinden çok, karton ve boya sektörünün derin şefkatine maruz bırakılan çocuğumuz, bir yıl boyunca hayatı boyunca harcayamayacağı kadar kağıt, boya, yapıştırıcı harcayarak eğitiminde büyük aşamalar kaydetti. Ben de kimi zaman gitmek zorunda bırakıldığım bu okullara neden ‘anaokulu’ dendiğini anlamış oldum: anneler akşama kadar çocuklarının tepesinde, en çok benimki ile ilgilenin çığırtkanlığı içinde oldukları için.. en özel çocuğun annesi benim oysa, bunu diğer annelere söylemeye utandım… benim kızım dünyanın en akıllı, en yetenekli çocuğuydu ama kimse bunu bilmiyordu, hırsımdan öle öle geçirdim o yılı.. bir süre sonra eğitmenlerin gizlice tüm annelere aynı yalanı söylediğini fark ettiğimde zaten çocuk kendi durumunu anlamıştı bile..

Neyse bu boya kağıt çılgınlığı ve paylaşma kelimesine böğürdüğüm aylardan sona asıl korktuğum şey başıma geldi; kızı baba sınıfına verdik. babalara da geldik..

İlk haftanın sonunda arka sırada oturanların defterinin en son kontrol edildiğini fark edecek kadar cingöz olan kızımız, ‘özünden çok sevme’nin ne olduğunu sorduğu bir günün devamında, insan özünden çok bence bir şeyi de sevemez diyerek eğitim sistemine ilk diyeceği lafı nezdimizde söylemiş oldu..

Tabi ben çıkıntı değil uyumlu ve bu sayede sevilen çocuk yetiştirme kaygısında her anne gibi özünden çok sevilebilecek şeyler olduğunu da ustalıkla anlattım ona.. mesela sorusuna da ‘benim için sen’ diyebildim en fazla..

Modern görünümlü öğretmeninden öğrendiği birkaç şeyi ben de bilmiyor gibi ondan öğrendim: tanrının tek olduğunu, domuz eti ve domuzun iğrenç şeyler olduğunu, ölen birinin arkasından çok ağlarsak daha büyük acıların başımıza geleceğini. Ve yaptığı resimleri istediği gibi boyayamayacağını.. Denizi yeşile, ağaçları kırmızıya boyarsa resminin asla o sınıfın duvarlarına asılmayacağını, ve de sürünün bir parçası olmanın dayanılmaz hafifliğini, şimdilik..

Her gün kendisine öğretilecek yeni bilgi ile nasıl baş edip ona aslında öyle olmadığını anlatabileceğim korkusu ile okullu olmuş olduk böylece. Dolayısıyla bizim asıl öğretmenliğimiz başladı. Üstelik üste bir de para vermek suretiyle, olmaz mı olur. Zorunlu olarak öğretmenlik işine başladıktan sonra haliyle gözlem yapma üzerine saf eski bilgilerimiz olduğu için, etrafı da gözlemeye başladık..

İlk önce, şimdiki okullarda, yine bizim zamanımızda olmayan ‘Okul aile birliği’ diye bir şey olduğunu, bize verilen hesap numaralarından fark ettim. Bu birliğin temsilcileri, her demokraside olduğu gibi seçimle işbaşına geliyorlar -bu cümleye bütün olarak bayılmışımdır hep, seçimle işbaşına gelmek- yöneticileri kadrolu eğitimci gibi sürekli okul bina ve eklentilerinin içinde bulunuyorlar, bazen çocuğun durumu ile ilgili soruları bunlara mı sormak gerekiyor karıştırdığım oldu, zira nöbetçi ya da nöbetçi olmayan öğretmenlerden çok bunları gördüğümü inkar edemem. -Bu aile birlikleri okulların birt ür kasası ya da finansörü gibi çalışıyor.. Devlet bir yandan gücünü ve büyüklüğünü , çocuklar üzerinde disiplin olarak sergilerken iki tebeşiri almaya gücü yetmediği için, mecburcu kıldıkları o zavallı velilerin paralarına muhtaç halde eğitim veriyor, bana çocuğuna öğretmeye çalıştığın her şey yanlış derken ve kendi doğrularını dayatırken, yazdığı tebeşiri bana aldırıyor.. Devlet ve öğretmen karşısında çaresiz aileler, okulu süpürtmek için bile elemanı kendileri buluyorlar.. Dolayısıyla aslında özlenen olmuş okullarda haberimiz yok: okulun patronu biziz sayın veli arkadaşlar: üreten biziz ama yöneten yine başkaları -nasıl anlatacaksın şimdi bunu, sendika mı burası kardeşim, üşengeçlik geldi üstüme bu saatte-.

Okul aile birliklerinin verdiği güvenin memleketin her yerinde aynı biçimde tezahür etmediğini, geçen hafta, haris bir şekilde görevlerini bırakan oniki okul müdürü ile ilgili haber sayesinde öğrendim. Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin kahramanı bu müdürlerin yerine atanan yeni müdürler de istifa ettiler. Demek ki aileler orada gerekli birliği oluşturamamışlar. Bu sayede okul aile birliklerinin gücünün ne kadar büyük olduğu böylece ortaya çıktı. Maarifin beş parasız olduğu ve anayasal eğitim-öğretim verme sorumluluğunu kimin aslında ifa ediyor olduğu net olarak anlaşıldı.. -istifa eden okul müdürlerinin ellerinden saygı ile öpüyorum-tepkilerinin velilerce kurulan şirketlere değil milli eğitimin ihaleci politikalarına karşı olduğunu varsaymak istiyorum ve tüm velilere buradan çağrı yapıyorum: elinizi okulların üzerinden çekin, öğretmenleri rahat bırakın, devleti kendi sorumluğunu ifadan alıkoymayın daha fazla.

Eğer bunu yapmayacaksanız da çocuklarınıza ne öğretileceğine ve kimin tarafından öğretileceğine kendiniz karar verin: herkes yerini bilsin değil mi ama..

Milli eğitime de bir çağrı yaparak bu yazıyı şimdilik virgüllüyorum: Parayı veren düdüğü çalar atasözünü bilmiyor olmanız mümkün değildir. Çocuklarımıza illa da biz bir şeyler öğreteceğiz ve de yalan yanlış öğreteceğiz, onları dünyanın en cahil, en soru sormaktan aciz, en yaratıcı olma karşıtı ve en koyun vatandaşı olarak büyüteceğiz diyorsanız, bundan sonra bu işin maliyetini kendiniz karşılayın da görelim.Yok paraları biz veriyorsak madem, milli eğitim şurasını bizden habersiz toplamak ve karar almak da dahil olmak üzere, çocuklarımıza ders verecek hocaların üniversite ve mesleğe kabulü, o küçük beyinlere okutacağınız kitaplar ve bu kitapların yazarlarının zeka düzeyi ile ilgili tüm süreçleri bizim yönetmemiz gerektiğini artık kabul edin, işten el çekin.. Bir de vergilerimizle maaşlarınızı ödemek zorunda bırakmayın bizi.. Çocuğun okul paralarını anca ödüyoruz..