AB’ye üye olsun veya olmasın Türkiye Avrupa siyaset dünyasının radarında hiç olmadı. AB üyeliği meselesi ciddiye bindiği 2004’ten bu yana ise Avrupalı siyasetçi Türkiye’yi bir türlü bir yere oturtamadı. Avrupa’nın ekonomi ve kültür dünyalarının aksine Türkiye’nin Avrupa ile herhangi bir siyasÓ ortaklığı tartışma konusu dahi değildi. Bu algı ve yaklaşım artık dönüşüyor. Dönüşümün arkasında, 1996’dan bu yana AB ile varolan gümrük birliği ve 1999’da yeniden başlayan AB üyelik sürecinin katkılarıyla gerçekleşen Türkiye’nin ekonomik ve politik başarıları var. Bu başarıların taşıdığı özgüvenle dünyaya açılma var. Diğer tarafta Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik, politik, kültürel açmazların ve Arap toplumlarının uyanışıyla birlikte ortaya çıkan fillÓ durumun nasıl ve nereye doğru evrileceği sorunsalları var. Avrupalı siyasetçinin geçirdiği dönüşüm sağlıklı ve olumlu. AB ile Türkiye’nin ortaklığına yeni perspektif getiriyor. Hele AB’nin avro krizine kalıcı çareler ararken geldiği federal aşama, Türkiye’nin AB gezegenindeki yerini de berraklaştırma potansiyeline sahip.

Fakat Avrupalı siyasetçinin yeni Türkiye algısı ve yaklaşımının arkasındaki nedenler Türkiyeli siyasetçinin de AB algı ve yaklaşımını dönüştürüyor. Bu dönüşüm ise paradoksal olarak tam aksi yönde cereyan ediyor. AB’li siyasetçinin Türkiye algısı nihayet ortaklık noktasına doğru evrilirken Türkiyeli siyasetçinin AB algısı ortaklık noktasından uzaklaşıyor. Eskiden AB tarafında Türkiye uzun vadeli bir yük olarak algılanırken şimdi müstakbel bir ortak ve ‘anahtar ülke’ olarak konumlandırılıyor. Türkiye tarafında ise AB eskiden gıpta ve hevesle algılanan bir model iken belki de tam bu yüzden şimdi alay edilen ve küçümsenen bir oluşum. Kısaca söylenecek olursa, Türkiye ile AB’nin, farklı nedenlerden de olsa birbirlerine ihtiyacı olduğu gerçeği bir türlü ortak bir algı ve yaklaşımla temellendirilemiyor. İlişki hiçbir zaman eşit, daha doğrusu simetrik bir zemine oturamıyor.

AB’den gelen güçlü sinyaller

Almanya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Finlandiya, İngiltere, İsveç, İtalya, Letonya, Lituanya Macaristan ve Slovenya dışişleri bakanları geçenlerde yazdıkları ortak makalede ‘Türkiye’nin katılım süreci her iki taraf için hayati derecede stratejik ve ekonomik önem taşımaktadır. AB Türkiye birlikte, mevcut küresel ekonomik ve siyasi fırtınalarda daha güvenli şekilde yol alabilecektir. Arap Baharı, bölgenin daha nitelikli değişiminin güvence altına alınmasında AB ile Türkiye’nin birlikte çalışmasının ne kadar faydalı olduğunu göstermiştir’ demekten çekinmiyorlar.

Geçen haftasonu yapılan AB Zirvesi, avro kargaşasına rağmen sonuç bildirgesinde aday ülke Türkiye’nin AB için anahtar ülke konumuna dikkat çekti. Komisyon’un müzakereleri canlandırma amacıyla teklif ettiği ‘pozitif gündem’ini destekleyen bildirge Türkiye’nin düzenli büyüme gösteren dinamik ekonomisinin Avrupa refahına da katkıda bulunduğunu belirtiyor. Yakın ticarÓ ilişkiler ve yatırımlar ile AB’ye bağlanan Türkiye, Avrupa’nın rekabetçiliğinde önemli bir ortak deniyor. Bildirge, Arap ülkelerindeki gelişmeleri göz önüne alarak Türkiye’nin reformları destekleyen etkin bölgesel rolüne atıfta bulunuyor.

Hâsıl-ı kelam AB siyasetçisi artık Türkiye’yi idrak ediyor.

Türkiye’den giden zayıf sinyaller

Türkiye’den giden sinyaller ise zayıf. ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ile birlikte katıldığı bir toplantıda Ali Babacan muazzam bir özgüvenle ‘küçük balığı büyük balık değil, hızlı balık yer’ mecazını 21’inci yüzyılı, sorunlu ABD veya AB ekonomilerinin değil büyüme performansıyla Türkiye’nin kazanacağını belirtmek için kullanıyor.

Biden’ın Babacan’a irticalen verdiği cevap ise şöyle: ‘Ekonomimizin, bizden sonra gelen en büyük ekonomiden üç buçuk kat ve sonraki dört ekonominin toplamından daha büyük olduğu gerçeği, bize dünyada olup bitenlere karşı bağışıklık kazandırmaz’!

‘Hepimiz aynı gemideyiz’ demeye getiren Biden’ın gözleminin somut kanıtı ABD Hazine Bakanı’nın son haftalardaki Avrupa ziyaretleri. Son dört ayda dört kez Avrupa’ya gelen ve son zirvede Brüksel’e resmen kamp kuran Geithner daha önce de Berlin’de ‘Avrupa’nın krizini çözme kabiliyetinin küresel ekonomi ve ABD için önemini vurgulamak için buradayım’ diyor.

Çiçeği burnunda güçlü Türkiye’yi, gücünü tevazu ve akıl ile dengeleyebilirse içeride ve bölgesinde bekleyen çok iş var. Maharet, gücü güce tapınmadan kullanabilmek ve paylaşabilmekte. Zira bunun aksi savaş demek! AB’nin kurucu babası, iki dünya savaşı geçirmiş Jean Monnet’nin kuruluş felsefesini özetleyen sözüyle bitirelim: ‘Ayrı ülkeler arasında her birinin avantajı kendi çabasının meyveleri, komşusundan elde ettiği kazançlar ve komşularına taşırabildiği sorunlarla sınırlıdır. Topluluğumuzdaysa üyelerin avantajı bütünlüğün refahının sonucunda oluşur.’