Başbakan Erdoğan, “Yeni perspektifimizin yeni bir statüko inşa etmek olmadığını ilân ediyoruz” demiş. Bu söz, AKP’nin bir yandan askerî vesayeti tasfiye ederken, diğer yandan kendi vesayetini kurduğu yolundaki ithamlara cevaben söylenmiş olmalı.

Başbakan, aynı konuşmada, “eski statüko”nun Türkiye’ye ayak bağı olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini vurgulamış.

Meseleyi “askerî - sivil vesayet” gibi verimsiz bir ikileme hapsetmek yerine, tam da bu noktanın üzerinde durmak gerekir. AKP’nin yeni bir statüko inşa etme niyeti olup olmadığı da tartışılabilir elbette. Ama bu tartışmanın daha anlamlı bir zemine oturabilmesi için, öncelikle AKP’nin “eski statüko”yla ilişkisini sorgulamak lazım. Soru şudur: AKP, “eski statüko”nun zihniyet dünyasının ve yönetim alışkanlıklarının dışında mıdır ya da ne kadar dışındadır?

Bu soruya vereceğimiz cevaplar, “yeni anayasa”dan ne anladığımızı ve ne beklediğimizi de açığa çıkaracaktır. Zira “yeni anayasa”, ancak “eski statüko”dan kopmayı sağlarsa “yeni” olabilir.

Hemen belirteyim ki, burada “eski statüko” tabirini kullanmamın sebebi, onun bütünüyle eskide/geride kaldığını kabul etmem değil; daha çok pratik sebeplerle, yani anlatım ve analiz kolaylığı sağlamasıdır.

“Eski statüko”yu tarif etmenin çeşitli yolları var. Ben doğrudan 1982 Anayasası üzerinden bir resim çekmeyi tercih edeceğim. Zira 1982 Anayasası, 12 Eylül rejiminin ürünü olmanın ötesinde, “eski statüko”nun bütün unsurlarını yansıtan en gerçek kimlik belgesidir. Ayrıca “yeni” bir anayasa yapacaksak, “eski”yle hesaplaşmanın görünen adresi de 1982 Anayasası’dır.

1982 Anayasası, darbe rejiminin boğucu ortamında hazırlandı. Bu ortamın en bariz özelliği, toplumun susturulmuş ve siyasetin bastırılmış olmasıdır. Anayasa, resmî ideolojiyi topluma dayatmak ve siyaseti hadım etmek üzerine inşa edildi. Siyaset ve örgütlenme yasakları, bu anayasanın en büyük marifetidir.

Bu yasaklar, kendi başlarına bir amaç değildir şüphesiz. Aslî ve nihaî hedef, toplumu tepkisiz bir yığın haline getirmek ve böylece kendine dayatılan ideolojiyi yutmaya mecbur etmektir. “Eski statüko”nun temel düsturu budur. Esasen vesayetin de bundan daha iyi tanımı olamaz.


Muhalefete tahammülsüzlük ve toplumun taleplerine karşı hırçınlık, böyle bir yapının doğal yansımalarıdır. “Eski statüko”nun siyaset anlayışı, bu zihniyet dünyasına dayanıyor. Muhalefet, bu anlayış çerçevesinde, siyasî rakip değil ontolojik düşmandır. “Eski statüko”nun ontolojik düşmanları ise bellidir: Kürtler, solcular, İslamcılar! Bu düşmanları etkisiz hale getirmek için, polisiyeden hilekârlığa, hamasetten linçe uzanan geniş bir yöntem bohçası oluşturulmuştur.

 “Eski statüko”nun köklü geleneklerinden biri de, “siyaseti toplumla değil toplum adına yapma”diye özetleyebileceğimiz tarzdır. Tandoğanizm de denen bu anlayışa göre, toplum talep etmemelidir; bir şey lazımsa yönetenler onu takdir ve icra ederler.

Merkeze (iktidara) oynayan veya merkezde (iktidarda) olan gelmiş geçmiş bütün partiler, bu zihniyetin dünyasının öyle ya da böyle etkisindedirler. Bu, AKP için de geçerlidir. Bunlara ilaveten AKP, Türkiye sağının “çoğunlukçuluk” gibi arazlarını, “milli irade” gibi demagojilerini ve “sol alerjisi” gibi marazlarını da değişik ölçülerde tevarüs etmiştir.

“Eski statüko”, kurumlar düzeyinde epeyce geriletildi, iktidar imkânları açısından da büyük kayıplar yaşadı. Lakin zihin dünyası için aynı şey söylenemez. Özellikle polis ve yargı pratiğinde bu zihniyet hâlâ çok güçlü. AKP’nin yönetim tarzı ve siyaset üslubu da, bu zihniyetin etkisi altındadır. Gerçi “eski statüko”nun zayıflamasına yol açan gelişmeler AKP’yi o zihniyetten belli ölçülerde sıyrılmaya zorlamıştır. Ama bu sıyrılma, bir kopuştan söz etmeyi mümkün kılacak düzeyde değildir kesinlikle.


“KCK operasyonları” diye adlandırılan konsept, işte bu zihniyetin en bariz kanıtı ve uygulamasıdır. Sol siyasete, çevreci muhalefete, gençlik hareketlerine, hatta başörtüsü örneğindeki gibi İslamcı muhalefete karşı takınılan tutum da, aynı kapıya çıkıyor.

Bütün bunlardan yargıyı, yargıdaki eski statükocu zihniyeti sorumlu tutmak, gerçekleri bulandırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Yargının işleyişini azıcık tanıyan herkes bilir ki, bu tür operasyonlar polisin yönlendirmesi ve kontrolü altında gerçekleşir. Polisten kim sorumluysa, bu operasyonların siyasi sorumluluğu da ona aittir; yani asıl sorumlu hükümettir. Kaldı ki, başta Başbakan olmak üzere, hükümet ve AKP temsilcilerinin düşmanlaştırıcı üslubu ve olur olmaz tezahür eden “nefret söylemi” de, yargıyı bu uygulamalar için teşvik ediyor.

KCK operasyonları rumuzu altında yapılanların hedefi, Kürtler adına siyaset yapanları etkisizleştirmek, daha doğrusu Kürt muhalefetini siyaseten tasfiye etmektir. Bu yapılırken de, “eski statüko”nun kullandığı ne kadar klişe ve bahane varsa hepsi devreye sokuluyor.


“Eski statüko”nun zihniyetiyle “yeni” bir anayasa yapılamaz! “Eski statüko”nun yöntemleriyle, demokratik bir rejim inşa edilemez.

Şayet Başbakan “eski statüko”nun gerçekten Türkiye’ye ayak bağı olduğuna inanıyorsa, o statükonun zihniyet dünyasından, yönetim pratiğinden ve siyaset tarzından kopmalıdır. Kendi kopamıyorsa, hiç olmazsa toplumun çoklu dinamiklerini boğacak ve siyasal alanı işlevsizleştirecek uygulamalardan kaçınsın! Yani toplumun önünü açsın! O zaman “eski statüko”nun tasfiyesi de daha kolay olur, çoğulcu demokratik bir anayasa da daha mümkün hale gelir...