“Şu anda 66 ayrı cezaevinde 683 kişi açlık grevinde”

Her ne kadar Erdoğan, “Almanya’dan tüm dünyaya sesleniyorum” diye başladığı konuşmasında sadece bir kişinin açlık grevinde olduğunu öne sürse de…

Aynı dakikalarda BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak değil, Adalet Bakanı Sadullah Ergin açıkladı bu sayıyı…

Tartışma hemen bu eksene kaydı. Acaba Başbakan mı doğruyu söylüyordu yoksa Adalet Bakanı mı?

Halbuki çok mu önemli ölüme yatırılan bedenlerin sayısı?

İster yüzleri bulsun, ister binleri, isterse de bir kişi olsun…

Sorun, çözümü ölümde aramak, ölümü çözüm olarak görenleri de bu yoldan döndürememek değil mi?

Üstelik bu iki şıktan birine sıkışıp kalmış durumda Türkiye.

Kimi devletin yanında tutuyor safını. Açlık grevini durdurmak için atılabilecek adımları “taviz” olarak görüyor…

Kimi ise “açlık grevi”nin fitilini ateşleyenlerle omuz omuza. Onlara göre Öcalan’ın cezaevi koşulları, anadilde savunma ve anadilde eğitim talebi için bu eylem “mübah” bir yol.

Halbuki, Devletin açlık grevindekilere karşı ilgisizliği de, açlık grevini körü körüne destekleyenlerin “kayıtsız” desteği de aynı kefede.

Ne de olsa ikisi de en temel, en kutsal olan şeyi, insan yaşamını hiçe saymıyor mu?

Bir insanın/ insanların ölümünden geçmediğine göre çözüm, tarih bize bunu öğrettiğine göre, hala gerek var mı, talepler adına gencecik bedenleri ölüme yatırmaya? Ya da ölüme yatanlara destek olmaya?

Ne kadar kan akıtsa da “karşıdaki”, can yakmamakla ulaşılmaz mı en haklı direnişe?

Bu açıdan söylenebilecek tek şey var. Belki Başbakan haklı, belki de Adalet Bakanı. Fark etmez… İster bir kişi açlık grevinde olsun isterse yüzlerce kişi… Kesin olan tek şey, Türkiye’nin neredeyse tamamının vicdan grevinde olduğu…