28 Şubat darbecilerinin sorgulanması haberlerinin çıktığı gün, Ahmet Altan da vesayetin her türlüsüne karşı çıkılması gerektiğini anlatan bir yazı yazmış. Tayyip Erdoğan otoriterleşiyor diye Ordu’nun darbe yapma “yetki”sini mi savunacağız, diye soruyor.


Bu bana 28 Şubat sürecinin bazı olgularını hatırlattı. Örneğin, bir bildiri hatırlıyorum: altında imzacı olarak beş kuruluş görünen bir bildiri. Türk-iş ve DİSK’in bulunduğunu hatırlıyorum. Ama işveren, işadamı örgütleri de vardı, sanırım beşin biri de TÜSİAD’dı.


“Refahyol” diye adlandırılan hükümete karşı yaylım ateşi açılmıştı. Medya neredeyse bütünüyle tetiğe basanların safındaydı. Ama bu patırtının ortasında Silâhlı Kuvvetler’in de bir aktör olarak yer aldığı görülüyordu. Bir amiral, “Bu sefer de silâhsız kuvvetler yapsın” demişti ama, silâhsız kuvvetler Silâhlı Kuvvetler olmadan olamıyordu.


O bildiriden sonra bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Hangi gazetede çıktığı bile aklımda değil ama genel içeriği aklımda. İşte, en önemli emek ve sermaye örgütleri hükümete karşı olduğunu ilân ediyor, diyordum, bundan âlâ muhalefet mi olur? Böyle bir muhalefet karşısında bir hükümet ne kadar dayanabilir?


Yani, sivil bir muhalefet cephesini kurmuşsunuz, artık askeri işin içine sokmayın, diyordum. Ne olacaksa sivil siyasetin kurumları ve süreçleri içinde olsun.


Ama öyle olamadı. Başkente tanklar girmedi ama olay büsbütün tanksız kapanamadı. Askerler gayet belirgin bir rol oynadılar. Demirel arkasında askerî destekle Erbakan’ı istifaya zorladı... falan filan.


Bu arada “andıç” gibi nev-zuhur kavramlarla da tanıştık. Bir de o tür olaylar yaşandı. Ordu’muzun “Batı Çalışma Gurubu” gibi “üstün başarılı” kurumlar oluşturarak vatanı ve milleti, milletin seçtiği adamlardan kurtarmak üzere cansiperane çalıştığını öğrenerek kıvanç duyduk.


Yani o “sivil” muhalefet, askerin sivil hükümete “İn aşağı” emrini vermesi içinmiş. Hükümeti oradan kendileri indirmek için, kendi ağızlarıyla “Çekil oradan” demek için değilmiş. Bu işi sivillerin yapabileceğine, o aynı sivillerin aklı yatmıyormuş.


Böyle olunca ve o zamandan beri olanlara bakılınca, zaten o etkileyici derecede geniş muhalefet cephesi de, kendi kendine olamazmış, bunu anlıyoruz. Cihet-i askeriyeden, “Haydi aslanlarım” (“bu sefer silâhsız kuvvetler yapsın”) yüreklendirmesi gelmese, “Merak etmeyin, ben de arkanızdayım” güvencesi verilmese, zaten o cephe de oluşamazmış.


O gücün yanında olduğunu bilmedikçe, bu ülkede bir şeyin olabileceğine, bir şeylerin değişebileceğine inanmıyoruz. Bir şeyin ancak kaba kuvvetle yapılabileceğine dair derin ve köklü bir inancımız var. Konuşurken “ilke”, “değer” gibi nesnelerin adını andığımız oluyor. Ama laf ola. Stalin, “Papa’nın kaç tümeni var” diye sormuştu. Bizim siyasetle uğraşan adamlarımız açısından da, bundan derin bir siyaset felsefesi olamaz. Çekoslovakya falan gibi ne idüğü belirsiz ülkelerde “kadife”den devrim olabilir, ama burası Türkiye, burada öyle saçma şeyler olmaz. Burada her şey kuvvetle olur, daha doğrusu silâhlı kuvvetle olur. 27 Mayıs’tan sonra ülkeye sosyalizm geldi, sosyalizmin başlıca sorunu Silâhlı Kuvvetler’e darbe yaptırıp bunu “Demokratik Devrim” ilân etmek oldu. Gerillaya çıkan devrimcimiz için de en önemli, vazgeçilmez stratejimiz “Sol Kemalistler”le ittifakımızdı.


Öyle kurulan temellerden yola çıkanlar, bugün de, aynı dünya görüşü, aynı siyaset anlayışı, aynı strateji, devam ediyorlar.