Hep öyle geldiği için hep öyle gideceğine güvenerek kirli işlere bulaşmakta hiç ikircim göstermeyenlerin bugün içine düştükleri hâl-i pür melâl ibretliktir. 28 Şubat’ın günahkârları kirli çamaşırlarını başkalarına yıkatmaya çalışıyorlar. Basında, televizyonlarda süren 28 Şubat tartışmalarında görüyoruz bunu. Bu yıl anmalar bir başka oldu, yüzleşmekten öcü gibi korkanlar dahi kıyısından köşesinden de olsa, kaçak güreşseler de mindere çıkmak zorunda kaldılar.

Acaba ne oldu da böyle oldu diye düşünüyorum.

28 Şubat’ın günahkârları hidayete mi erdiler? Boğazlarına kadar battıkları kire vicdanları mı isyan etti? Ne oldu?


Galiba olan şu:


Artık askerî vesayete yatırım yapmak kârlı bir yatırım olmaktan çıktı. Eski statüko geri gelmez biçimde çözüldü, taşlar yeniden karılıyor, siyaset yeniden yapılanmadı henüz, ama yapılanmak zorunda.
 Bunu CHP içindeki son kavgadan da anlıyoruz, eski kafalarla, eski tür ilişkilerle artık bu değirmen dönmüyor.

İşlerin eskisi gibi askere “selam çakarak” gitmeyeceğinin anlaşılmış olması her şeye rağmen demokrasimiz için bir kazançtır. 28 Şubat’ta bir çağrıyla cübbelerini kuşanıp Genelkurmay’ın brifing salonlarına koşan yüksek yargı üyelerini, kalemini kapıp koşan yüksek basın mensuplarını, yüksek öğrenim kurumlarının yüksek üyelerini görmüştük. Bu yapı 28 Şubat’la oluşmadı, bütün bir Cumhuriyet tarihimizin üstyapısının ürünüydü bu özneler. Bu insanlar değişmiş, yerlerine yenileri gelmiş değil, demokrasimizin sorunlarının bir bölümü insan malzemesinin büyük ölçüde aynı olmasından kaynaklanmakta. Örneğin yüksek yargı mensupları yaş itibariyle bakılırsa 12 Eylül rejiminin kadrolarıdır ve bu kadroların zihniyetini değiştirebilmesi hayli zordur.

İşte böyle bir yapı içinde en azından işlerin eskisi gibi gidemeyeceğinin, devranın eski devran olmadığının anlaşılmış olması dahi önemli sayılmalı.

 


Mağdurların yüzleşmesi

28 Şubat’la yüzleşmenin bir başka boyutu var ki, bu çok daha önemli. Post-modern darbenin mağdurlarının kendileriyle yüzleşmesidir bu. Solun bu darbe karşısındaki tutumunun eleştirisine geçen yazımda değinmiştim, tekrar etmeyeceğim.

Bir diğer kesim var ki asıl onların kendileriyle yüzleşmesi gerekmekte, zira bu darbenin gerçek mağdurları onlardı. İslami kesim, eski Refah Partisi ve çevresi, Cemaat 28 Şubat’la samimi biçimde yüzleşmek zorundalar. Necmettin Erbakan, kendisi ve partisi için idam fermanı anlamına gelen, esas tehdidin “irtica” olduğunu söyleyen MGK kararlarının altına imza koymak zorunda kalmıştı. İstemeyerek imzalamış olması 28 Şubat’a direnmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Aynı şekilde Fethullah Gülen Cemaati’nin de direnmediği biliniyor. O zamanın koşulları veya kimi gerekçeler öne sürülerek bu yüzleşmeden kaçınmak olmaz.

AKP- 28 Şubat ilişkisi üstüne de yorumlar var. AKP’nin 28 Şubat’ın ürünü olduğu söyleniyor ki, kanımca bu yorum fazlasıyla spekülatif. 28 Şubatçıların AKP’nin yükselmesini istemiş veya bunu öngörmüş olduklarını düşünmek için ortada hiçbir veri yok. En fazla AKP’nin 28 Şubat’ın yan ürünü olduğu söylenebilir. Aksine, AKP’nin yükselişinde askerî vesayet karşısında dik duruşu kimsenin itiraz edemeyeceği çok önemli bir etmendir. AKP çevrelerince bugün, başkalarına 28 Şubat’a karşı tutumları hatırlatılıyorsa bu hatırlatmalar haksız sayılmaz.

Sözünü ettiğim çevrelerin 28 Şubat’la samimi biçimde yüzleşmeleri yalnızca dünle ilgili vicdani bir sorumluluk değil onun ötesinde bir anlama sahiptir. Çünkü burada söz konusu olan demokrasidir, demokratik değişimdir. Başka deyişle karşımızdaki mesele askerî vesayetten ibaret bir mesele değil. Bugün bu vesayet türü büyük ölçüde çözüldü, ama yerine henüz çoğulcu-katılımcı bir demokrasi inşa edilebilmiş de değil.

Böylesi bir demokrasiyi inşa edebilmemiz başta medya olmak üzere kamuoyunu etkileyen faillerin demokratik muhalefet görevini yerine getirmeleriyle mümkün olabilir, iktidarın her yaptığına alkış tutarak olamaz bu.

Dün askerî vesayet karşısında en azından suskun kalmış çevreler bugün kendileriyle kaçamaksız yüzleşmek zorundalar. Bunu yapamazlarsa bu kez de çoğunlukçu vesayetin destekçisi olurlar. Kendisiyle yüzleşmek zorunda olan çevreler içinde TÜSİAD da var, ama Başbakan’ın TÜSİAD’a karşı çıkış tarzı da yanlıştı. Bu sivil kurumun bir açıklamasına katılmayabilir Başbakan ama eğitim gibi herkesi ilgilendiren bir meselede “siz kendi işinize bakın” diyemez. Bu anlayış katılımcı olmayan, çoğulcu olmayan çoğunlukçu anlayıştır ve eleştirilmesi gerekir.


Ne var ki, eğer geçmişle ilgili yüzleşmelerden kaçınılırsa o geçmiş ayağa vurulan pranga olur ve başkalarını eleştiride de ayağınızı bağlar.