Benim benimsediğim, adına “akademik” dediğimiz değerlere göre, dünyada yüksek öğrenim gitgide bozuluyor. Türkiye’deyse zaten hiçbir zaman iyi değildi. Tabii birinin “bozulma” dediği gidiş, bir başkasına göre “olması gereken” olabilir. Ayrıca, bütün bu “global” etkiler olayı bir yere doğru itelediğine –ya da çekelediğine göre– burada derin bir determinizm işliyor olmalı. Bana, benim gibilere sevimsiz görünen süreçlerin bir kaçınılmazlığı, hattâ belki bir “meziyeti” olmalı.

En genel düzeyde baktığımda, öğrenme sürecinin uzadığını görüyorum. Bu kötü değil, aslında iyi bir şey. Eskiden “B.A.” dediğimiz bu mezuniyet belgesinin bir önemi, bir ağırlığı vardı. Bir işe başvurup üstünde B.A. yazan diplomanızı sunduğunuzda, bunu ciddiye alırlardı. Tabii “Nereden” diye sorulurdu; nereden alınmış olduğu da önemliydi. Ama şimdi o “önemli yerler” de eskisi kadar önemli olmaktan çıktı. “B.A.”nın yanında bir de “M.A.” göstermek gerekiyor. Bazı yerler, bazı işler içinse, “doktora”dan aşağısının bir kıymet-i harbiyesi yok. Tabii bunların başında akademik kariyer geliyor.

Şu çevremizde yaşayan hayvanlar doğurunca, yavru aynı gün ayakları üstünde durmayı öğrenip hayatına başlıyor. Bizim ayağa kalkmamız bir yıllık iş. Tay, bilemedin bir saatte tay oluyor, at olmaya başlıyor. Bizim insan olmayı öğrenmemiz uzadıkça uzuyor. En başta dil öğrenilecek ki insan olasın. O da öyle kolay öğrenilmiyor.

Eskiden B.A. önemliydi, diyorum. Ona bakarsanız biraz daha eskiden lise diploması da önemliydi. Bizim burada, öyle fazla lise mezunu yoktu. Lise mezunu, “yedek subay” olurdu. “Değerli” bir kimse olduğunun en açık göstergesi de buydu. Derken lise mezunları çoğaldı, üniversiteye giden, aradan mezun olan da çoğaldı. Bir yıl mı, birkaç yıl mı, lise mezunlarını “yedek subay öğretmen” yaptılar. Sonra da lise mezunu için yedek subaylık bitti.

Bu işin bir öznel yanı var herhalde. Hani, 1942’de lisenin birinden mezun olmuşsun; tarih, coğrafya, yurt bilgisi, edebiyat, fizik okumuşsun; bir “aydın”sın. Çevrende insanların sana belirli bir saygıyla baktığını hissediyorsun. Böyle olunca sen de kendini ciddiye almaya başlıyorsun. İnsanlar senden bir şeyler bekliyor; o halde sende o beklediklerinden varmış gibi davranıyorsun. “Olgunlaşma” dedikleri bu herhalde.

Derken bu durum değişiyor. Önce “lise mezunu” olmak, bir zaman sonra “üniversite mezunu” olmak, “Ee, ne olmuş yani?” tavrına tosluyor. Onlar seni ciddiye almaz hale gelince, sen de kendini ciddiye almaz oluyorsun. Bu kademelerin eğitimcileri “Madem ki böyle oldu, biz de daha az öğretelim” demiyorlar herhalde (Ama, Bakanlıklar falan, ne dedikleri çok da belli değil). Öğrenilen şeyin “miktar”ından çok, “piyasa değeri”, sanırım. Şimdiki öğrencilere (üniversite çağı) baktığında, onları kendi öğrencilik yıllarımdakinden daha çocuksu buluyorum, bir. Kendini olgunlaşmış bulmuyor çünkü. Öyle davranmak için de bir çaba harcamıyor.

Ayrıca, “bilgi” bakımından da ciddi gerileme görüyorum. Bu, her zaman vardı aslında. Her dönemde, “Bu kadar bilgisizlik nasıl mümkün oluyor?” diye insanı hayrete düşünen vakalar olurdu. Ama şimdilerde “bilmemek” genel durum, normal insanî durum haline geldi. Bilenler istisna!

Bu ilk ağızda bir “kayıp” gibi görünse de, sanırım aslında bir “kazanç”ın sonucu. Şöyle: o diplomayı, bu diplomayı alanların sayısı habire artıyor. Bütün dünyada artıyor. Bu, sanayi-devrimi-sonrası kurulan düzenin dünyaya kazandırdığı bir şey. Sanayi-öncesi dünyada “okur-yazarlık” bir avuç seçkinin elinde, tekelinde olan bir şeydi. Seçkinlerin nasıl seçileceği toplumdan topluma değişirdi ama “havas/avam” ayrımı değişmezdi. Dünya tarihinin bu aşamasında, eğitimi yaygınlaştırırken aynı zamanda yüzeyselleştiriyoruz. Bunda bir kaçınılmazlık olduğunu düşünüyorum. Gene de aşamada, eğitimi yayarak “okur-yazarlık” becerisini kazandırdığımız kitlelere bu beceriyle üretken olma ufku açan imkânlar sunmadığımız gibi. Ama bu aşamalardan geçildiğinde, ayağımızın daha sağlam toprağa basacağını sanıyorum.