Dünkü “Hatadan dönmenin tam zamanı” başlıklı yazıma, toplumu derin kamplara bölen konular hakkında yazdığım birçok yazıya olduğu gibi iki uçtan çok sert tepkiler geldi. Birileri bu yazıdan dolayı beni “Ergenekoncu” ilan ederken, başkaları da “Fethullahçı” olduğuma hükmettiler. Bu vesileyle bir kez daha tanıklık ettim ki, her iki ucun “keskin imanlıları” gidişattan hiç de rahatsız değil. Neyse, onları bir kenara bırakıp yaşananlardan rahatsız olanlara seslenmeye devam edelim.

Dünkü yazımı Gülen hareketine, dolayısıyla Fethullah Gülen’e bir “çağrı” olarak yorumlayanlar oldu. Tek başına böyle bir amacım yoktu ancak bu değerlendirmenin yanlış olduğunu da söyleyemem. Bu bağlamda yine dün Zaman Gazetesi’nde Hüseyin Gülerce’nin köşesinde, Gülen’in bir tür özeleştiri olarak görülebilecek sözlerini okuyunca yazdıklarımın boşuna olmadığı duygusuna kapıldım.
Önce Gülen’in ne dediğini hatırlayalım: “Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor, her fırsatta bu harekete dil uzatıyor? Burada biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız mı, üslup hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil.”

25 yılı aşkın süredir, bir gazeteci olarak Gülen hareketini anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Kendileri ve başkaları ne düşünür bilmem ama, hiçbir İslami cemaate duymadığım gibi Gülen hareketine karşı da herhangi bir düşmanlık duymadım. Ama bu hareketin en az sevenleri kadar sevmeyenleri, nefret edenleri olduğunu da biliyorum. Türkiye’nin selameti bakımından, diğer tüm kutuplaşmalar gibi, bunun da bir an önce son bulmasını dilerim.
Bu hareketi izleyen biri olarak, bu noktaya gelinmesinde, genel olarak Gülen cemaatinin, özel olarak bazı üyelerinin sorumluluklarının olduğu kanısındayım. Bu bağlamda, Gülen’in aktardığım sözlerinin “hatadan dönme” noktasında son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Rencide etmeden, kırmadan

Gülerce’nin köşesinden Gülen’in sözlerini şöyle sürdürdüğünü görüyoruz: “Keşke o insanlar da bizim iyiliğimizi isteyerek, bizler için ‘daha iyi olsalar’ mülahazasıyla ve insafla, izanla neyimiz eksik ise onu söyleseler. Biz de kendimizi Allah karşısında hesaba çekerek, kendimizle yüzleşerek, ‘neyimiz eksik, bu mevzuda ne yapsak’ desek. Okuma mı, müzakere mi, mukayeseli okuma mı, fedakârlık mı, ne eksikse bunlar bize rencide etmeden, kırmadan söylense. Biz bu yaklaşımı, irşat sayarız. Eksikliklerimizi giderme adına, bu hareketin içindeki insanların eksikliklerini giderme adına bir irşat sayarız. Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla...”

Hatırlayanlar olacaktır. 8 Haziran 2006 tarihinde Gülen’e hitaben Vatan Gazetesi’nde bir açık mektup kaleme almış ve kendisine 9 soru yöneltmiştim. Gülen ve takipçilerini rencide etmeden, kırmadan kaleme aldığım bu açık mektupla, tam da Gülen’in özlediği türden bir tartışma ve müzakereye kapı aralamak istiyordum.

Olmadı. Cevap alamadım. Bunun üzerine bir hafta sonra bir başka yazı kaleme aldım. Orada da amacımın “bağcı dövmek değil üzüm yemek” olduğunu tekrarladım ve Gülen ve cemaatini anlayabilmek için şu dört sorunun elzem olduğunu vurguladım:

1) Gülen cemaati, sivil toplum örgütlenmesi (STÖ) olarak tanımlanabilir mi?
2) Gülen ve cemaati ne kadar şeffaf?
3) Gülen demokrat mı?
4) Çetelere karşı mücadelede samimiler mi?
Bu sorular(ım) hâlâ geçerlidir ve tamamen sivil, demokratik, şeffaf ve çoğulcu bir ortamda tartışılmayı beklemektedir.