WALL STREET’İN İŞGALİ...

“Avrupa’nın üstünde bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti” diye biter, Marks’la Engels’in 1848 tarihli Komünist Manifestosu...
‘Komünizm hayaleti’ni tarih sahnesine çıkaran ise 19. yüzyıl kapitalizminin ‘vahşiliği’dir.
Bu olağanüstü tepki, Kapitalizm ile Komünizm arasında altüst oluşlarla dolu bir mücadele olarak 20. yüzyıla damgasını vurur.
Kapitalizm, bir yandan Komünizm’e karşı kavga ederken, aynı zamanda kendi siyasal ve ekonomik krizlerini aşabilecek reformları da yapar.
Bu reformların temelinde rekabetçi yapılar yatar. Hem ekonomide hem siyasette rekabet korunur.
Bazen aşırılıklara karşı devletin eli devreye sokulur.
Piyasanın aşırılığı karşısında sosyal devlet ya da refah devleti sahneye çıkar, devletçilik ağır basar; siyasetin aşırılığı karşısında ise hukukun üstünlüğü kendini gösterir, ‘demokrasi korunur.’
Bir başka deyişle:
Kapitalizm geçen yüzyılda kendi krizlerinin üstesinden kendi kendine gelebilirken, Komünizm bunu başaramaz, özellikle ekonomideki komuta ekonomisi anlayışıyla iş ve aş konusunda iflas eder.
Kendi kendini reforme edebilir bir sistem olmadığı için de, 1989’da Berlin Duvarı’yla birlikte çöker.
Kimileri buna katılmaz, çöküş konusunda ‘kötü uygulama’ya işaret eder, Sovyet modeli ‘reel sosyalizm’le sosyalizmin gerçeği arasındaki ayrımın altını çizer.
Öte yandan, belki de Komünizm’siz kalmaya başlamasıyla birlikte, Kapitalizm’in acımasız çizgileri yeniden su yüzüne vurmaya başlar.
Reagan devrimi, Thatcherizm derken, ‘devletin eli’ ekonomide kaybolmaya yüz tutar, neredeyse her şey ‘piyasanın sihirli eli’ne terk edilir.
Ekonomide devlet tukaka edilir.
Biz de 24 Ocak’la birlikte, ağırdan alarak olsa da, devletçiliğe veda etmeye başlamıştık, 1980’lerden itibaren...
Serbest piyasa her şeydi. Devlet çok kötüydü ekonomide...
Ama şunu da belirtmek gerekir. Devletin ekonomide küçülmeye başlaması, özellikle Batı’da 1980’lerle birlikte olağanüstü bir ekonomik büyümeyi tetikledi. Kapitalizm küreselleşirken, dünyada refah çıtası da Çin ve Hindistan’la birlikte yükseldi.
2008’e kadar böyle geldi dünya.
2008 yılında Amerika’da finans sisteminde patlayan ve dünyaya yayılan büyük krizle birlikte küresel kapitalizmde işlerin hiç de sanıldığı gibi tıkır tıkır işlemediği ortaya çıktı.
Piyasa her şey demek değildi.
Kendi başına bırakıldığında acımasızlaşıyordu. Kendi başına bırakıldığında bünyesinde krizlerin doğuşuna kaynaklık edebiliyordu. Adaletsizlik, eşitsizlik, işsizlik üretiyordu.
Bu konuda, bir yandan finans sektörünün açgözlü patron ve yöneticileri, öbür yandan bu gidişe seyirci kalmış, reformlara yan çizmiş olan siyaset sınıfı büyük tepki topluyordu.
Bu durum özellikle Amerika için geçerliydi.
2008’den itibaren finans sektöründeki krizin faturasını çalışanlara, orta sınıflara ödetmek Amerika’da çok büyük bir öfke patlamasına, bir ‘isyan’a yol açıyordu:
Wall Street’in işgali!
Bu isyan şimdi yalnız Amerika’yla sınırlı kalmıyor, Avrupa’da krizin en çok vurduğu ülkelere de yayılıyor isyan ateşinin kıvılcımları...
Bu derin hayal kırıklığını ben de paylaşıyorum.
Piyasanın başıboş bırakılmasının neden olduğu adaletsizliklere, eşitsizliklere başkaldıran, sağlık ve eğitimdeki hakçalıktan uzak düzeni protesto eden, bu açılardan siyasetçileri kınayan ‘Wall Street işgalcileri’ni elbette selamlıyorum.
Gönlüm onlardan yana.
Ama aynı zamanda soruyorum:
Yeni dünya nasıl kurulacak?